Sivil toplumun sivilleşmesi

Türk siyaset ve fikir hayatının son onbeş yılında pek çok kavram tartışıldı, pekçok kavram gündem oluşturdu veya gündem dışı ilan edildi. Bu kavramlarla bazen II. Cumhuriyet kuruldu, bazen çok hukuklu toplum modeli en uygun toplumsal, siyasal model olarak sunuldu. Medine Sözleşmesi'ne kadar gidildi. Ancak bütün bu toplumsal modellerin çıkış noktası sivil toplum tartışmalarında odaklandı. İşin ilginç yönü sivil toplum tartışmalarını yapanların yani aydınların ve grupların yapısındaki çeşitlilik ve daha da önemlisi zıtlıkta yatmaktadır.

Aslında sivil toplum "daha az devlet daha çok birey" diyen liberallerin yanısıra daha da ileri boyutta solda, kollektivist anlayışa sahip olan veya olması gerekenlerce tartışıldı. Bu durum tarihin bir cilvesi olarakta diyebiliriz; TÜSİAD-MÜSİAD gibi patronlarla, işçi-işveren sendikaları ve sol tandanslı partilerle organik yada inorganik bağı olan derneklerle dile getirilen kısaca; işçi ve işverenler, marksist terminolojiyi kullanırsak, iki tarihi düş-man(!) sivil toplum özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Bu durumun hikmet-i sebebini ortaya koymak aynı zamanda sivil toplum tartışmalarının ve buna bağlı olarak Türk toplumsal yapısının içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi de gözler önüne sermektedir. Ancak bu iki gruptan farklı olan ve seksen sonrası modernleşme, kentleşmeye bağlı olarak çevrede, merkezin üstüne tüm varlığıyla kayma çabasında olan ve toplumsal yapıdan sürekli bir şekilde tecrit edilmiş "alt kültür" gruplarının kendini sivil toplum istemleri ile ifade etmeye çalıştıklarını gözlemlediğimiz daha ciddi bir toplumsal katmandan da söz etmek yerinde olur.

Sivil Toplum Nedir?

Yukarıdaki girizgahtan sonra konumuzun nirengi noktasına sıranın geldiği kanaatindeyim. Sivil toplum nedir? Ya da ne değildir? Sivil toplum herşeyden önce politik toplumun (devlet) karşısında bir kavram olarak kullanılmakta ve devlet-birey "dikatomisi" ne dayanan siyasi felsefi bir tasavvur olarak karşımıza çıkmaktadır. İşin ilginç ve bir o kadar da vahim olan yönü bu kavramlaştır-manm her zamanki gibi batılı hasta kafalardan bulaşmış olması ve bizim, batının tüm hastalıklarını kendi bünyelerinde arayan hatta virüs bulamadıkları taktirde kendilerinde çok büyük bir eksiklik varmış hissine kapılan müstemlekeci aydın zevatın da gündemine giren bir büyüye sahip olması. Peki bu kavramlaştırma batı siyasi tarihinde nasıl bir seyir takip etmiştir? Özellikle 18. yüzyıl sonlan ve 19. yüzyıl başlarında iktidarın kaynağının gökyüzünde değil yeryüzünde aranması gerektiğine ilişkin devlet-iktidar teorilerine dayanılarak, sivil toplum tanımlamasına da ulaşıldığını müşahade ediyoruz. Çünkü iktidarın dünyevileşmesi aynı zamanda toplumsallaşması yada bireyselleşmesi anlammada geliyordu. Öyleyse bu iktidar mademki dünyasal bir iktidardı ve toplumun iradesiyle oluşturuluyordu, toplum tarafından da iktidar sınıflandırılabilirdi. İşte sivil toplum bu problemin zihinlerdeki çözümü olarak yerini aldı. Kısaca sivil toplum; devletin, yada siyasal iktidarı elinde tutan veya etkileyen yönetici sınıfın, toplumun ve fertlerin özel alanlarından mümkün mertebe uzaklaştığı, bireylerin daha fazla hak ve hürriyetleri kullanabilecekleri alanların genişlediği bir sivil tasavvurdur. Sivil toplumun aktörleri de, demokratik kitle örgütleri olarak adlandırılan; dernekler, işçi-işveren sendikaları, vakıflar, siyasal partiler vb.dir.

Ancak bütün bu sivil toplum tanımlaması ve de sayılan sivil toplum aktörleri gerçekten politik toplumdan (devlet) ne ölçüde uzaktır? Hatta ne ölçüde sivildir? Asıl problem yazımızın başında da dediğimiz gibi bu sualden kaynaklanmaktadır. Gerçekten devletin yada yönetici sınıfın dışında ondan beslenmeden ancak, meşru çerçevede kamu hukukunun düzenlediği hukuk içerisinde gerçekleşen sivil örgütlenmeler Türkiye'de bir elin parmağını geçmeyecek sayıdadır. Çünkü ülkemizde sivil toplum örgütlenmeleri daha ziyade siyasal rant ve çevre oluşturma yolunu açmak için birer araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sivil örgütlenmelerin^) başında olanlar daha çok ekonomik ve sosyal olarak toplumsal piramidin üst sınırlarını temsil eden ve bu nitelikleriyle idari ve siyasi yapıya da oldukça yakın bulunan kesimlerdir. Sivil toplum özünde devlet karşısında zayıf kalan fert ve grupların güçlenmesi olgusu varken pratikteki yansıması örgütlü olmanın nimet ve fırsatlarından en fazla yararlanan kesimlerin zaten güçlü ve varlıklı olan, ayrıca bu güç ve varlıklarını da büyük ölçüde devletin uyguladığı ekonomik ve sosyal kalkınma politikaları sırasındaki kaynak tahsisinden elde edenler olması sivil toplum kavram oluşumunun ciddi bir çelişkisidir. Ancak bu çelişki açıkça göstermektedir ki devleti, onun uğruna canını veren onu kanıyla, teniyle, tüm benliğiyle besleyenlerin değil de sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal örgütlemelerinin tamamlamış grupların yönettiği gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Öyleyse devletin, kendini devletine ve milletine vakfetmiş insanlar insiyatifınde olabilmesi için bu insanların devlete karşı sivilleşmesi şarttır. Bu ancak "devlete karşı olmadan", devlete karşı sivilleşme şeklinde gerçekleşecek bir durumdur. Çünkü sivilleşme devletin ve toplumun dışında bir olgu olarak düşünülemez. Sivil toplum örgütleri yani sendikalar, gazeteler, dernekler devlete karşı sivilleşirken yerine kendi istibdatlarını getirmekte gecikmemekte, geciktirmemekte ve bireyin sivilleşmesini kendi sivilleşmeleri olarak yansıtmaktadırlar. Bugün gündemdeki medya tröstleri bunun en canlı örneğidir.

Bu nedenle bizim sivilleşmemiz devletin içinde, devlete karşı olmadan, devlete karşı sivilleşme olmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar