Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

“Sevgi ve Hoşgörü Şehri”..

“Sevgi ve Hoşgörü Şehri”; Mevlâna’nın Şefaati; “Şeb-i Arus” Törenleri

 

            “İltifat”ın, “övgü”nün aşırısı nasıl en aşırı yergiden kötüyse; “mübalağa” da öyle.

            Bir belediyemizin buluşu bir slogan, haftalarca rahatsız etti beni. Bin bir kabalığa, görgüsüzlüğe şahit olan duyuru tahtalarındaki “Sevgi ve Hoşgörü Şehri” sloganı da gülümsüyordu, asılsızlığına.

            Lafı dolandırıp durmayalım. Eğri değil; doğru oturup doğru konuşalım.

            Elinizi vicdanınıza koyun. Asılsız bir şeyler uydurup yaza yaza, söyleye söyleye kendi inananlar şöyle dursun.

            Siz Konya’da çarşıda pazarda; yolda yolakta; trafikte, dolmuşta, otobüste “insani sevgi”ye rastlıyor musunuz? Günlük yaşamın her dalında “hoşgörü” ile karşılanıyor musunuz? “Hayır, hayır, hayır” diyorsunuz.

            O halde, bu şehirde olmayan şeyi varmış gibi göstermeye ne lüzum var? Olmayan bir şeyi birileri dedi diye “var sanan” kerizler miyiz bizler?

 

“SEVGİ VE HOŞGÖRÜ ŞEHRİ” DEĞİLİZ; AMA, OLMALIYIZ…

            Yalana lüzum yok; ben bu şehrin, yazar olarak 53 yıllık “birinci dereceden” tanığıyım. Şehrin bir anını kaçırırım diye tatile bile gitmedim. Politik, ekonomik; neyse ne; ne acılar yaşattık birbirimize. Okşuyor ayağıyla, zuladan yumruğu patlattık, hep.    

            Bildiğiniz “terâne”. “Bir başkent, devamlı başkenttir”. Doğru, itiraz mümkün değil.

            O zaman, Osmanlı İmparatorluğu’na, arkasından “Türkiye Cumhuriyeti”ne varlık sağlayan bu “Selçuklu toprağı”na yakışan olgunluğu ve zarafeti gerçekleştirmeye el birliği ile başlayalım. Aslı olmayan sloganlarla gülünç olmayalım.

            Gücenmeyelim. Biz bir “şehirli zerafeti”nden mahrumuz. Gücenmeyelim; çocuklarımız, gençlerimiz internette ne varsa yutmuşlar; ama, “Adabı muaşeret”, yani “görgü kurallarını” bilmiyorlar.

            “Sevgi ve Hoşgörünün Şehri” denilen bu şehirde yanlış yapan bir kamu görevlisini eleştirin de bir görün. Kırk yıllık dostluklar bile bir anda biter; eleştirdiğiniz makama bir daha girmeye çekinirsiniz. Sanki her makam oradakinin babasının malı.

            Daha önceleri de yazdım. Belediyelerimiz bütçelerinin en az yüzde onunu “şehirli eğitimi”ne ayırmalı. Üniversitelerimiz, nasıl yaparlar bilmem; öğrencilerine “görgü kuralları” konusunda da eğitim vermeli.

            Konya, şu haliyle “sevgi ve hoşgörü şehri” değil. Ama “eleştiriniz şehir” değerlendirilmesi yapılsa, iyi bir derece alabilir.

            Siz, memnun musunuz bu durumdan?

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN “BİZAR” OLACAĞI SÖYLEMLER

            Genç bir insan. İyi bir eğitim almış izlenimi veriyor. Bir kuruluşta, kültür çalışmaları bâbında görevli. Mevlâna hakkında konuşuyoruz; bir şuradan, bir buradan.

            “Biliyor musun Seyit Amca” dedi. “Mevlâna Hazretleri, kabrimi yüksek bir yere yapın. Herkesin görebileceği bir yere. Herkes beni görsün ki, Onlara “şefaat” edebileyim” dedi…

            Önce donup kaldım. Bir ateş bastı vücudumu; sonra buzdan bir el yürüdü tenimde.

            Ansızın bağrışmışım: Hangi densizler uyduruyor bunları?

            Bana güzel, anlamlı bir şey söylediğini zanneden genç de bir hoş oldu. Elimde olmadan ikinci kez bağırmışım. “Allah’tan korksunlar. Kimse kimseye şefaat edemez!”

            Bakınız lütfen. Son yıllarda, birçok çevre, maksatları nedir bilmem; kendine göre, hâşâ bir “Mevlâna” yaratıyor.

            Eğer Mevlâna sağlığında, Eflâki’nin “Ariflerin Menkıbeleri”ni okumuş olsaydı; hepsini yırtar, Eflâki’yi Sakyatan’a kadar kovalardı.

            Eğer Mevlâna, sağlığında kendisinin yolunu izlediğini iddia edenlerin “Peygamber değil; amma, kitâbı var” dediğini duysaydı, onlarla bir daha konuşmazdı.

            Son olarak, o korkunç, “Mevlâna’nın Şefaati” uydurusunu, eğer Mevlâna sağken duysaydı. Çığlık çığlığa şu şiirini söylerdi: “Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın kölesiyim / Ben Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum / Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse / Ben ondan bizârım, o sözlerden de bizârım.”

            Gerçeği bilenler, çok iyi bilirler. Allah’tan başka kimsenin şefaat etme hakkı yoktur. Kimse kimseye şefaat edemez.

“Ey Allah Rasulü’nün kızı Fatıma…”

            Prof. Dr. Faruk Beşer bir yazısında şunlara yer verir: “Öncelikle bir yanlışı düzeltmemiz gerekir. İslâm’da erenler diye bir kavram yoktur. Bu bizim ürettiğimiz bir şeydir. Eren, nereye ermiş olur? En büyük erek, yani ulaşılması istenen hedef Allah’ın rızası değil midir? Bunu elde ettiği konusunda garantisi olan bir insan olabilir mi? O halde kim, nasıl erdiğini söyleyecektir? Böyle bir hedefe en yakın insanlar Efendimizin etrafındaki sahabe-i kiram efendilerimiz değil midir? Buna rağmen onlar böyle bir garanti yaşayabilmişler midir? Aksine Efendimiz (sav) her kabileye ve her ferde tek tek dönerek şöyle hitap etmemiş midir: “Ey filan oğulları! Siz de kendinizi kurtarmaya bakın; yarın sizin için de bir şey yapamam. Ey Allah Rasulü’nün kızı Fatıma! Sen de kendini kurtarmaya bak, çünkü senin için de bir şey yapamam!”

“ŞEB-İ ARUS” PROGRAMLARI ÜSTÜNE

            “738. VUSLAT YIL DÖNÜMÜ” programları biraz geride kalsın da ondan sonra ben de bir şeyler diyeyim diye bekledim.

            Küçük eksiklikler, küçük elde olmayan kusurlar şöyle dursun; bu yıl yapılan programlar eski deyim ile “Günün mana ve ehemmiyetine uygun” icra edildi. Ben, Feyzi Halıcı ve arkadaşlarının 1960 sonrası “Mevlâna ihtifalleri”ni Konya Turizm Derneği olarak üstüne alışlarından beri olup biteni içinden izledim. Kuş kondurulacak değil ya. Bezdirici ve bıktırıcı protokol konuşmaları; uzun yıllardır gınâ getiren bir Ahmet Özhan konseri, ritüelleri değişmez bir âyin.

            “Şeb-i Arus” Programları Tertip Komitesi, kocaman bir komite. Ne yapılmışsa onun bilgisi/projesi içinde yapıldı. Koca bir tertip komitesini görmezden gelip Konya İl Kültür Müdürü Mustafa Çıpan’ı “nehneden nehneye” kusurlu ve tek suçlu olarak göstermeye çalışanları hayretle izledim; yüz kere “Taaccüp”, “Taaccüp” dedim.

            Mustafa Çıpan’ı, nereden güç alıyorlarsa, “köşe yazarı” ayağıyla linç etmeye çalışanların maksadı aslında “Gırmızı babıç”… Çıpan’ı gözlerine kestirmişler.

            Bir şehirde kamu kuruluşlarında, üniversitelerde, özel sektör firmalarında, sivil toplum kuruluşlarında, basında herkes kendine “VİP”lik vehmetmişse. “Ben merkezli”liği çağdaş insan hakkı zannetmişse yapılacak tek şey var. Mevlâna Kültür Merkezi’nin kapasitesini 35 bine çıkartmak, törenleri de yirmi kez tekrarlamak. Ama, tecrübemle sabit ki, son gün, 17 Aralık’a kadar gelmeyecekler; 17 Aralık’ta 35 bin kişi olarak gelmek isteyecekler. Çünkü, “görünmek istedikleri” kişiler, altmış yıldır hep 17 Aralık’ta gelir.

ESKİ KÖYE YENİ ADET; “AŞK OLSUN/AŞKINIZ CEMAL OLSUN/CEMALİNİZ NUR OLSUN…”

            Onlarca yıl “Mevlâna ihtifalleri”ni düzenleyenler akıl edememişler; “Mevlevi selamlaşması”nı “ana slogan” yapmayı.

            738. “Düğün gecesi” törenlerini duyuran “resmi” ilânlarda, duyuru tahtalarında, en başa “NUR OLSUN” yazılmıştı. Anlayamamıştım; bir bilene sordum. “Karşılaşan Mevlevi’ler selâmlaşırken, ilki “aşk olsun” der; karşısındaki “aşkınız cemal olsun” der; ilki “cemaliniz nur olsun” der; tekrar öteki “Nurunuz âyn olsun” der” dedi.

            Konya’da herkes “Mevlevi” değil ki, bir şehir böyle selâmlaşsın. Ve biz, Mevlâna’nın Hakk’a yürüyüşünün 738. yılını anmaya çalışıyoruz; maksadımız “Mevlevilik’i İhyâ” değil. Kantarın topunu kaçırmaya gerek yok, sanırım.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum