Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şeker Şakir’in Yüz Aklarından…

Gülşen Çekiç

S.Ü. Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu

Tıbbi Laboratuvar Teknikleri

Her Şeyin Başı Sağlıktır

Bundan üç yıl öncesi… Bursa’nın güzel ilçesi İnegöl’de başıma gelen hayatım boyunca unutamayacağım ve bir daha yaşamayı hiç istemediğim, çok etkilendiğim ve kolay kolay etkisinden kurtulamadığım bir olay…

1999 yılı Sağlık Meslek Lisesi Hemşirelik bölümü mezunuyum. Okulu bitirdim ve iş ararken ilk başvurduğum eczanede çalışmaya başladım. İki yılım doldu. En güzel ve en acı günleri orada yaşadım. Patronum bir melekti. Bana olan yaklaşımı, zor günlerde yanımda olması, beni koruması…

Bir gün teyzeme gitmiştim. Bir saat yanında kaldım. Teyzem kalbinden rahatsızdı ve o günlerde hastalığı daha da çok artmıştı. Bana hep ölümle ilgili şeylerden bahsetmeye başladı. Bir saat konuştuktan sonra evime döndüm, o gece kâbus gibiydi.

Gece yarısı 02.00’ de uykudan korkuyla uyandım, her tarafımı ter basmıştı. Uykumda her tarafımın kasıldığını hissettim, kalp atışlarım yükseldi. Yaşadığım her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Sabaha kadar uyuyamadım.

Aynı şeyler bir hafta boyunca sürdü. Ben bir hafta boyunca sadece dört-beş saatlik uykuyla duruyordum. Hayatımın kâbusa döndüğü anları yaşadım. Mutsuzdum, hayatımda benim için değeri çok yüksek olan ailem bile artık beni mutlu etmiyordu.

Hiçbir şeyin tadı kalmamıştı benim için. İkiz minik yeğenlerimi bile sevemiyordum. Onlara dokunurken ellerim titriyordu. Yüzüme bakıp gülümsemelerine bile karşılık veremiyordum.

Allah’ım ne oluyordu bana, neden böyle tuhaf düşünceler içine girmiştim. Kimseye hiçbir şey anlatamaz oldum. Başka dünyalara dalmıştım, bitmiştim, şu an bile bunları yazarken ellerim titriyor. Yemek yemez olmuştum.

Geceleri kâbuslarla uykudan uyanırdım. Uykularım berbat. Aynaya baktığımda kendimi tanıyamıyordum, sanki başka birisine bakıyormuşum gibi… Odayı paylaştığım kardeşimin yüzüne saatlerce bakar dururdum.

Ne güzel; o masum, o saf, uykusunun en güzel yerinde; bense yatağımda oturup, kardeşimi tanımaya, nerede ve hangi âlemde olduğumu, kim olduğumu bulmaya çalışırdım.

Korkuyordum… Her şeyden; karanlıktan, yalnızlıktan, rüyalardan… Ve en önemlisi ölümden. Sabah yataktan her kalkışımda; o günün sonum olduğunu, bir daha bugünleri yaşamayacağımı, ailemi ve arkadaşlarımı göremeyeceğimi düşünürdüm.

Korkardım, elim ayağım titrerdi. Kendimi ölüme bu kadar yakın hiç hissetmemiştim. Rüya görmemek için uyumazdım. Bütün dengem bozulmuştu. Aradan iki hafta geçti. Daha fazla dayanamadım. Sabahları uyku hapı alır, sonra da işe giderdim. Sersem gibiydim. Her defasında patronum benimle konuşmaya çalışırdı, ama derdimi ona anlatamazdım.

Bir gün dayanamadım ve her şeyi baştan sona patronuma ağlaya ağlaya anlattım. En zor günümde kendime yakın hissettiğim ilk insan. Sonra ailemle, annemle konuştum. Babam ve annem, benim için dünyanın en tatlı ve en bilinçli insanlarıdır.

Her gün annemle konuşurdum, ben de bilinçli olduğum için bu durumdan kurtulmanın yollarını aramaya başladım. Kendi kendime Ruh Sağlığı kitaplarını okumaya, araştırmaya başladım. Bu korkunç şeyin, hayatımı mahveden şeyin ne olduğunu buldum: “PANİK ATAK”

Doktora gittim. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Uzmanı. Girdim yanına, konuştum, her şeyi anlattım. O da teşhisi doğruladı. Bana uygun bir ilaç tedavisine başladı. Bir yıl kullanacağımı ve ilk hafta alışma sü recinin olduğunu söyledi. Hapları aldım, kullanmaya başladım. Herkes bana “Kendine gel, nerde o eski, neşeli, canlı, deli dolu kız?” diyordu.

İlk haftanın son günü iki arkadaşımla dışarıda gezdik. Akşamüstü ayrıldım onlardan, eve doğru geliyordum. Dükkânımıza iki-üç kilometre kala, kâbusların en doruğunu yaşadım. Ayaklarım yerden kesildi, başımdan başlayan bir uyuşma tüm vücudumu kapladı..

Karşıma baktığımda gördüğüm insanların ne olduklarını anlayamaz olmuştum. Allah’ım her hâlde ölüyordum. Duvarlara tutuna tutuna yürümeye başlamıştım. Herkes bana bakıyordu. Çok tuhaftım, çok farklı duygular içerisindeydim, sanki hayal dünyasında yaşıyordum.

Gökyüzüne bakıyordum, bir ara bulutların yarılıp, beni başka dünyalara götüreceğini hissettim. Dükkâna girdim, abim vardı. Beni o hâlde görünce çok telâşlandı, ama bir yandan da beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Bense ellerim titreye titreye hap içmeye çalışıyordum.

Üst üste sakinleştirici ve uyku hapları aldım. Bir an aklımı yitireceğimi, çıldıracağımı zannettim. Çok büyük bir korkuydu. Acile gittik. O kadar uyku hapının üzerine bir de diazem vurulmuştum. O geceyi nasıl atlattığımı hatırlamıyorum.

Ve o son gece… Bitmişti, bütün kâbuslarım, korkularım, kendime gelmiştim. Aradan bir ay geçti. Eskisi gibiydim, yemek yiyebiliyor, gülebiliyordum. Hiçbir şeyden korkmuyordum. Öğrendiğim şeyler de olmuştu, artık korkularımın üstüne giderek onları yenmeye çalışıyordum.

Karanlıkta uyuyordum, asansöre biniyordum, yalnız kalıp düşünebiliyordum. Çok mutluydum, pozitiftim. Allah’ım sana şükürler olsun. İşte en önemli nokta; mutluyken, derdimiz yokken şükretmeyi bilmemek, zor durumda olduğumuzda inançlarımıza sığınmak.

Artık insanları daha iyi anlamaya çalışıyordum. Akıl hastanelerinde yaşayan o insanların durumlarını daha iyi anlıyordum. Allah’ım sen kimseyi zor durumda, çaresiz, tek başına bırakma ne olur.

Artık hayata pozitif bakıyorum, güçlüyüm, iradeliyim. İnsanları çok seviyorum, onlara çok değer veriyorum. Herkes öyle olmalı, herkese yardım etmek istiyorum.

Hiç kimse başına gelmedikçe karşısındakini anlayamaz. Ben, şu an herkesi çok daha iyi anladığımı düşünüyorum ve herkese, yardıma muhtaç olanlara yardım etmek istiyorum.

Üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yoktur. Yeter ki bilinçli ve yardımsever olalım. Çok özlemiştim, evimi, ailemi, memleketimi… Çok özlemiştim, eskiden olduğu gibi etrafıma gülen gözlerle bakabilmeyi… Çok özlemiştim, sevgiyi, hissetmeyi, sevmeyi, sevebilmeyi…

Çok özlemiştim, çook KENDİMİ…

 

Canan İlgezdi

S.Ü. Sağlık Bilimleri Fakültesi

Hemşirelik

O Ellerin Yeri

Sizleri alıp, şöyle bir maziye götürmek isterdim. Bundan on iki, on üç sene önce yeni bir anne, yeni bir babayla tanışmıştım. Sapsarı, kısa ve düz saçlı, buğday tenli, kahverengi gözlü o kişi benim öğretmenimdi.

Bugünlerimin temelini ilk onda atmışım farkında olmadan. Canım öğretmenim, nasıl da kızardı duvardaki tellere takılı olan fişleri okuyamayanlara.

Nasıl da heyecanlanırdı ilk aşımızı olduğumuzda. Müzik dersinde, aletlerden çıkan büyülü sesler yerine, öğretmenimin çıkarttığı mırıltılar beni daha çok ilgilendirirdi.

Bana sen öğrettin; okumayı, sevmeyi, saymayı, korumayı... Beni bugünlerime sen getirdin, ben bile farkında olmadan. Şu anda şu satırları yazıyorsam, okuyabiliyorsam, bunu seninle aşarak yaptım öğretmenim. “Cin Ali” kitaplarımda hecelemek için çizdiğin o sözcükler hâlâ aklımda. Beden Eğitimi derslerimizde, ip atlayışlarımızı asla unutamam.

Ben, ben ona borçluyum. Beni aldı, yoğurdu, şekillendirdi. Bana ilmi öğretti. Yeri geldi, tokat da attı suratıma. Hak etmiştim. Ama bir sonraki gün geldi aldı gönlümü. Özür diledi benden.

İyi iletişim kurmak için; iyi yazabilmek, iyi konuşabilmek, iyi anlamak ve iyi anlatabilmek çok önemlidir. İnsanlarla ilişkilerimizde sevgi ve saygı da ön plâna çıkar.

Ortaokul hayatımızda büyümüştük artık. Çocuk kimliğinden çıkmaya hazır genç kızlar ve delikanlılardık. Lisede artık gençtik. Hayatı seviyor, sevmeye çalışıyorduk. Ve üniversite...

Bu zorlu yollarda elimizden tutan hep birileri vardı, öğretmenlerimiz. Pekâlâ, hayat yolunda elimizden kim tutacaktı? Elbette ki yine öğretmenlerimiz. Onlar aslında bizim hep yanımızda. Bizlere verdikleriyle, aşıladıklarıyla...

Sizlerin hakkını asla ödeyemem. Ama bu toplumda belirli bir statüde bulunup, vatanıma fayda sağlamaya, emeklerinizi boşa çıkarmamaya kararlıyım öğretmenim.

Yakar top oynarken; yere düştüğümde ellerimden tutup kaldırmıştınız. Ve ellerim kalem, kitap tuttuğu sürece asla aşağı inmeyecek, asla acımayacak.

Şimdi de ben sizden ellerinizi istiyorum. Verin ellerinizi... Yıllarca kalem tutan, nasırlaşmış o elleri verin lâyık olduğu yere koyayım. O ellerin yeri alnımın üstüdür öğretmenim..

 

Nurcan Saçaklı

S.Ü. Fen Fakültesi

Kimya

Eski Ev

Gıcırtıyla açılan bir kapı, içeride önce meltem rüzgârı gibi ılık bir hava, sonra kütüphanelerde olur ya, eski kitap kokusu işte öyle bir şey. Birkaç adım ve karşıda oymalı korkuluklarıyla dik ahşap bir merdiven.

İlk basamakta büyük bir çatırtı, tereddüt ediyorum acaba yukarı çıkamayacak mıyım? İlk basamaktan ayağımı çeker çekmez, sanki bir bahar temizliği yapılıyormuş gibi havada uçan toz zerrecikleri.

Sağlıklı insanı bile rahatsız edebilecek bu toz bulutu, açık havadaymışım gibi, beni hiç etkilemiyor. Acaba, merdivenler çökecek mi korkusuyla önce elimi korkuluklara atıyorum ve sonra basamaklarda yol almaya çalışıyorum. Elimi her çektiğimde, bir de içimi çekiyorum.

O toz örtüsünün altında yatan koyu kahverengi, cilâsı hâlâ kurumamış gibi pırıl pırıl korkuluklar; bu nasıl işçilik, bu nasıl malzeme diye düşündürüyor. Lezzetli bir yemek yer gibi haz alarak merdivenlerde ilerliyorum. İçimde hâlâ bir korku var. Birden anneannemin dedikleri aklım geliveriyor: “Ahşap yapılardan korkma, onlar diğerlerinden daha sağlamdır.”

Merdivenlerin sonunda genişçe bir salon. Salonda karşılıklı iki sedir ve bir de gardıroba veya kitaplığa benzer bir dolap. Dolabın üst kapağını yavaşça aralıyorum. Dolabın içinde dahi tozla örtülmüş radyo benzeri bir alet. Evet, galiba bu bir radyo, onu incitmek istemediğimden sadece tozlarını üflüyor ve bakıyorum.

Salona dört giriş açılıyor. Kapılardan birisinin camı falan yok, kapı kolu da tokmak şeklinde, giriş kapısı gibi. Diğerlerinden daha farklı. Kapıyı açabilir miyim tedirginliğiyle biraz itiyorum, ama maalesef, kapının tokmağını biraz çeviriyorum açılacak gibi, biraz da itiyorum kapı sessizce açılıveriyor.

Hemen karşıda büyük bir pencere, duvarın birinde heybetli bir çalışma masası, diğerinde ise tıklım tıklım dolu, fakat düzenli büyükçe bir kitaplık. Bir de gözüme ilişen; hemen pencerenin önünde, hep benim de olmasını istediğim sallanan ahşap bir sandalye. Masaya doğru yaklaşıyorum. Masanın bir köşesinde sararmış kâğıtlar, masa saati ve küçük bir takvim. Saat ikide durmuş, takvimse dört eylülü gösteriyor. Kitaplığa doğru yürüyorum; hepsi kalın, ciltli kitaplar.

Çoğu zaman fobim olan bu koyu renkli kalın kocaman kitaplar, bu sefer çok çekici geliyor bana. Pencereye yaklaşıyorum, tüm evde orijinalliğini korumayan tek şey belki de toprak saksıdaki o fosilleşmiş bitki. Güneş, ahşap çerçeveleri, kıyıya vuran balıklar gibi dağlamış. Ama her şeyiyle orası, bütün güzelliğini yansıtıyor. Evin kapısını usulca kapatarak, içimde bir huzurla, kendimi bu büyülü havadan sıyırıp atıyorum.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.