Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şakir Tuncay Uyaroğlu

Sağlık Bilimleri Fakültesinden edebî esintiler…

 

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

 

Mehtap Karaman / Hemşirelik

Kırık Umutlar

Günün ışımaya başladığı bu saatlerde, hüznün pırıltılarını yansıtıyordu gözleri... Şakaklarına hafiften de olsa ak düşmüş; yüz hatlarının çizgileri, alabildiğine sert ve anlamlı olan bu genç adamın elâ gözlerindeki bulutlanma gittikçe artırıyordu. Oturduğu sandalyeden karşıdaki evleri, caddeleri gözledi bir süre. Sıkılmıştı. Ayağa kalktı.

Orta boylu, çelik iradeliydi genç adam. Nasır bağlamış ellerini birbirine kenetledi. Bir süre öylece durdu. Besbelli ki, düşüncelerinden kurtulamıyordu. Hayalinde canlanan mazisi, onu bulunduğu yerden alıp götürmüştü. Yıllar önceydi. O zamanlar memleketinin şirin köylerinden birinde yaşıyordu. Her tarafın ağaçlarla çevrili olduğu, şırıl şırıl ırmakların aktığı, arkasında yükseklikleri ile tüm hasretiyle meydan okurcasına duran dağların bulunduğu bir mekândı orası.

Kendisi, ulu çınar ağacının altında oturur; oradan ayaklarının altına serilen köyünün bu muhteşem manzarasını seyrederdi. Köyünde ilkokuldan başka bir okul olmadığı için okuyamamıştı. Bu yüzden tarımla uğraşır, hayvancılık yapardı. Toprak damlı evlerini özlemle hatırladı.

Ağaçların dalları kendisine doğru eğiliyordu. O, buradan uzaklaşıp hemen ilerideki ırmağa koşar, kuş cıvıltılarını dinlerdi. Bütün bunlar, ruhunun sıkıntısını alıp götürüyordu. Ayakta duran genç adam, tekrar pencereye doğru yürüdü.

Ya sonra... Diğerleri gibi, onun da Almanya sevdası başlamış ve o güzelim memleketinden ayrılmıştı. Daha iyi bir gelecek için. O zamanlar umut ışıltılarını yansıtıyordu gözleri. Şimdi ise hüznün pırıltılarıydı gözlerinde var olan... Şu koca binalar, dükkânlar, caddeler miydi onu buralara çeken?

Artık gözlerinde hüzün pırıltıları yerine birkaç damla yaş vardı. Özlemin, hasretin, tüm duygularını anlattığı bu gözyaşları yanaklarından dökülüyordu. Kırık umutları yeşerdi. Vatanına gitmek için son gayretlerini sarf ediyordu.

Ferdane Caymaz / Hemşirelik

Harap Şehir

Hatıralar, çoğu zaman bizi maziye götürür. Hayalimiz, yalancı şimşeklerin arasında gezinirken; bulutların gözlerimize çarpan hüzün rüzgârı, sevda ateşinin sisleri arasında gönlümüze yaş damlatır.

Bazen mahzun bir bakış, bazen acı bir hatıra; hüzün yüklü bulutlar hâlinde, bütün ruhumuzu hicrana boğar. Gurbetin ezikliği içinde yaşam başlamıştır. Gurbet, ızdırap dolu bir yoldur. Her kıvrım bir çile, her yokuş elem doludur. Sılaya kavuşabilmek, acı dolu kıvrımların aşılmasıyla mümkündür.

Gurbeti doya doya yaşadığımız Konya’ya alışmak, benim için epeyce zor oldu. İnsan, ilk defa; evinden, ailesinden ve sevdiklerinden ayrılmışsa, bunun zorluğu kelimelerle anlatılmaz. Ben, yeşil ile mavinin dostluk bağlarıyla birleştiği Karadeniz’in şirin ili Bartın’dan geldim. İçimde, hâlâ o ilk ayrılık gününün acıları kıpırdanmakta, ama faydası yok. Her şeye, zamanla alışıyor insan, buna neden alışmasın.

Bartın’a, Ankara-Bolu yolu üzerinden gidilir. Bolu’yu geçtiğiniz zaman, artık yeşilliklerin artmasıyla anlarsınız ki, Bartın’a yaklaşmışsınızdır. Piknik yerleri, durmaksızın akan çayları ve insanları, sizi sevgiyle selâmlar. Belki de, Bartın’dan ayrılmasaydım; güzelliğinin bu kadar farkında olmazdım, bu kadar hasret çekmez, kavuşma özlemi duymazdım. Bartın, dört mevsimi de doya doya yaşadığım yer.

Şehir merkezine geldiğinizde; eğer salı ya da cuma günüyse, pazar kurulmuş demektir. Bartın’da, kadınlara has bir pazar kurulur her salı ve cuma. Köylü kadınlar; yetiştirdikleri ürünleri, dillerinin maharetiyle ve ısrarla satmaya çalışırlar.

Eğer yaz mevsimi ise, sepet sepet çilekler sergilenir; o güzelim kokular arasında. Yaz mevsiminin ayrı bir güzelliği de, denizinden yararlanılabilmesidir. Bartın’ın çevresindeki sahillerde insanlar dolup taşarlar ve yazın keyfini çıkarırlar.

Artık Bartın’da her şey değişti. İşte o gün! 21 Mayıs Perşembe. Bartın; azgın sel sularına tüm çabalara rağmen yenik düştü. Haberlerde, Bartın’ı ilk gördüğümde âdeta elim ayağım kurudu. Yapılacak bir şey yoktu. Bartın, tam üç gün sel sularıyla boğuştu, çabaladı. Ama sel Bartın’a galip geldi ve ne varsa alıp götürdü. Evleri, köprüleri, hayvanları ve çok acı da olsa insanları...

Artık, Bartın eskisi gibi değil; yeşilinin yanında bir de çamur var. Selin üzerinden 10 gün geçti. Bartın halkı yavaş yavaş toparlanmaya başlıyor. Ah, bir de şu çamurdan kurtulabilseler. Köprüler onarılıyor, evler onarılıyor ve hayat yeniden başlıyor.

Bartın’da her sene çilek festivali olurdu. Bu sene olmayacak, çünkü çilekleri sel alıp götürdü. Biz, her sene pikniğe giderdik. Ama bu sene ne piknik yapılacak güzel bir alan, ne de piknik heyecanı kaldı. Belki, gidenler geri gelmeyecek, geriye getirilemeyecek; ancak Bartın yeşil ile mavinin kaynaştığı, insanların mutluluk ve huzur içinde yaşadığı bir şehir olacak.

Pakize Sarışen / Hemşirelik

Kelebek ve Deniz

Kırılıyor günbatımlarım. Parmaklarımın arasından akıp giden kocaman bir su birikintisi deniz, dudaklarımı bile ıslatmaya zaman bulamadan bir mağaranın derinliğinde kayboluyor sonsuza kadar. Yeraltı sularının sinsi coşkusunu taşısa da, ben bilmeden akıp gidiyor.

Taşa gömülüyor sanki bedenim. Ve bu gömünün içinde, yalnızca bir memleketten değil, o memleketin memleket olmasını sağlayan önemli bir unsurdan bahsetmek istiyorum...

Deniz... Sardunyaların çevrelediği bir balkondan, muz ağaçlarını, badem ağaçlarını ve içlerinde dev gibi yükselen otelleri görebiliyorum. En önemlisi de, yaratıcının en büyük eseri denizi görebiliyorum.

Gün ağır ağır çekilmeye başladı. Akşam güneşinin kızıl okları, uyuyan suların mavi örtüsünü delerek kanattı. Sanki deniz, bağrına saplanan kızıl okların insafsız darbesi ile kırmızıya boyandı. Deniz, o sihirli örtüsünde iz bırakan kızıl lekeyi umursamadı bile...

Demek ki, acı vermeyen yara olabiliyordu. Batar gibi görünüp okşayan, kanadığı hâlde acı vermeyen leke gibi görünüp süsleyen olur ya, işte öyle. Sonra, sanki kaynağını anlamayanlara anlatıyor.

Haykırıyor işte “Ben…” diyor. Hayır, yine diyemiyor, takılıyor, tutuluyor dili. Yine lâl ü ebkem oluyor. Oysa bir konuşabilse, yaratıcısını bir anlatabilse, daha da bir coşacak ama, yok...

Balkonumdan izlediğim denize daha fazla bakamıyorum. Onun o haykırışını görmek, isyanlara sürüklüyor beni... Sandalyemi çeviriyorum ve gözüm o çok sihirli tabiata takılıyor.

Şimdi; göklerden, hayat fışkıran topraklardan, yeşeren yapraklardan, çiçeklerin renginden, kokusundan, her şeyden bir şey arıyorum. Dünya, göz kapaklarımda oynaşıyor.

Derken, gözlerim bir kelebeğin nakışlarla örülü kanadına takılıyor. Günün soluk ışıkları, kelebeğin gözlerinde kırılarak yere dökülüyor.

Kanatlarına, sanki en usta nakkaş nakışlarını dökmüş. Sonra kelebek de kayboluyor.

Ve ben yine isyanlardayım. Balkona memleketimi anlatmak için oturmuştum, ama memleketime dair anlatabildiğim iki şey varmış demek ki: Kelebek ve deniz! İşte benim memleketim bu...

Şair ne diyordu?

“Hatıralara bakıyorum, / Hiçbir evin yok. / Ansiklopedilere bakıyorum, / Hiçbirinde yerin yok. / Sözlüklere bakıyorum, / Hiçbirinde adın yok. / Bakıyorum bir kelebeğin kanadına, / Seni görüyorum, / Kelebekten başka yerin yok.”

Tıpkı benim şehrim gibi: Kelebek ve deniz şehri.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.