Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şakir Tuncay Uyaroğlu

S.Ü. SAĞLIK HİZMETLERİ MESLEK YÜKSEKOKULUNDAN EDEBÎ ESİNTİLER…

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü dört öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. “Boynuz kulağı geçer.” sözünü bir kez daha teyit ettiniz. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

 

Taner Ümütlü / Tıbbi Görüntüleme Teknikleri

O Köy, Bizim Köyümüz…

Şimdi hayal meyal hatırlıyorum… Meleyen kuzularına, şırıl şırıl akan sularına, hasret düştüğüm köyümü.

Bir başkadır benim köyümün baharı; bir başka kokan çiçekleri açar, köy meydanı coşar; kuşları, böcekleri, güvercinleri… Gecelerinin soğuğu bile bir başkadır. İçini donduran soğuk değil, içini okşayan nefes gibidir.

Köyün girişini karşılayan yokuşun başındaki; mavi boyalı, geniş balkonlu evimizin önünde oynadığımız oyunlar ve misket yuvarladığımız toprak yokuşlar...

Hiç unutamadığım köyümün en güzel bahçesi, yemyeşil koca bir dünya. Çilekleri, kirazları, vişneleri; yeşilliğin içinde alabildiğine sarı bir ev.

Basri Amcanın küçük sarayı ve önünde cevizlerini toplamaktan bıkmadığımız yaşlı ceviz ağacı. Hey gidi günler hey. Nasıl da geçip gitmiş.

Anlatmaya doyamadığım, yıllardır uğramadığım köyüm yaşlanmış. Köye gelenleri karşılayan yadigâr kahve yıkılmış. Evimizin mavisi buğulanmış da uçmuş.

Basri amca yıllar önce vefat etmiş. Bizim yaşlı ceviz ağacımız kitap olmuş, defter olmuş. Ortalıkta koşuşan koyunlar, keçiler ağıllara hapsolmuş.

Ben görmeyeli baharlar kış olmuş. Benim köyümde kapılara kilit vurulmaz, gelen misafire destur sorulmazdı. Tek tek çaldım kapılarını tek tek. Gölü bile kurumuş, suya hasret olmuş, sararıp solmuş.

Cennet köyüm cehennemden beter olmuş. Gitmesem de, görmesem de; doğup büyüdüğüm, üzerine hasretlik çektiğim güzel köyüm…

 

Ayşe Haydaroğlu / Tıbbi Laboratuvar Teknikleri

Tabiatın Şarkısı

Dağlar arasında, yemyeşil, küçük, şirin, bazen sessiz, bazen konuşkan, ama hiçbir zaman darılmayan, sevecen, ana kucağı gibi bir köyü var Trabzon’un. Doğu Karadeniz’in belki de en şefkatli köyü benim köyüm: Ağaçseven köyü.

İsmi bile bir başka güzel, anlamlı. Yılda bir defa gitmeme ve kısa bir süre bulunmama rağmen beni bağrına basıyor, eşsiz güzellikleri ile ruhumu huzurlandırıyor.

Üzerimde öyle bir ağırlık, içimde öyle kötü bir ruh hâli var ki! Bunun sorumlusu benim. Maalesef ben bu yılki terapime gidemedim. Terapisine gidemeyen ve iyileşemeyen hasta gibi, ben de bütün bir yıl boyunca hasret hastalığından kurtulamayacağım.

Ah! Ah! Şöyle sabah kalkıp balkona çıktığında, cıvıl cıvıl kuş sesleri önce kulağını dolduruyor; sonra karşıki dağla bizim köyü ayıran derenin “Ben dağları bile ayırırım birbirinden, var mı benden daha güçlüsü?” dercesine taşlarını bile götürebilecek sertlikte akışının sesi ve ağaç yapraklarının rüzgârla birbirine çarpmasından oluşan tabiat sesleri, eşsiz bir şarkının notalarını oluşturuyor.

Bazen de dağları dumanlanıp, içi dolduğu zaman boşaltıveriyor üstümüze yağmurlarını. Kimi zaman sağanak hâlinde, kimi zaman da aheste aheste… İşte o zaman yağmurda çıkıp, iliklerine kadar ıslanacaksın ve bir güzelliği daha yaşamış olacaksın.

Yazları bütün köy halkı çay keser. Öyle göründüğü kadar kolay iş değildir ha çay yetiştirmek. Önce tohumlar özenle toprağa ekilir. Bakımı yapılır, her yıl uzayan yaprakları asıl şeklini alıncaya kadar budanır. Yıllar sonra verim alınmaya başlanır. Yılda birkaç defa filizlenen yaprakları, özel torbalı makas ile kesilir.

Bu işler yapılırken, herkesi tatlı bir telâş sarar. Bazen işler imece usulü ile yapılır. Yardımlaşma her zaman olduğu gibi, iş zamanı da vardır. Hepimiz çok eğleniriz. Yoruluruz, ama yine de eğleniriz.

Her kavuşmadan sonra bir ayrılık yaşanır ya! Sonra tekrar kavuşma. Yapraklar yorulur ve tek tek yere düşmeye başlar. Bu durum kimilerini sevindirir, kimilerini de üzer. Köyümün her doğan günü bize bir sürpriz hazırlıyor.

Biz bazen seviniyoruz, bazen üzülüyor, bazen de hayret ediyoruz. Sonra vazgeçilmez mevsim kış. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla, kar o kadar fazla yağardı ki, okula gitmemizi zorlaştırırdı. Bu bile bizi yıldırmazdı. Sırılsıklam eve dönerdik.

Annem büyük bir sabırla altı çocuğu ile ilgilenir ve bundan mutluluk duyardı. Çünkü biz okula gidiyorduk, onun çok isteyip de yapamadığını yapıyorduk. Bugün, annemi ve babamı daha iyi anlıyorum.

Birkaç ay önce ben de bir yuva kurdum ve bunun sorumluluk isteyen, sevgiye, saygıya, karşılıklı anlayışa dayanan güzel bir görev olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.

Bugünlerin mimarı olan ailemi çok seviyorum ve tabii eşimi de. Ben çok şanslı bir kızım. Çünkü, köyüm evliliğimde de bana çok cömert davrandı. Ben; köyümün en dürüst, en anlayışlı, en mert ve en yakışıklı genci ile evlendim. Bundan daha güzel bir duygu olabilir mi?

Ben, üzerimizde büyük emekleri olan öğretmenlerimi de çok seviyorum. Nasıl sevmem; bize iyiyi, kötüyü öğreten, elimizden tutan ve bizi meslek sahibi yapan o değerli insanları.

Kar erir, yollar açılır ve bir hareketlilik başlar köyümde. Meyve ağaçlarının ve sebzelerin oluşturduğu renk cümbüşü ve o şahane kokular, insanda cennetteymiş hissi uyandırıyor.

Komşularımız köyümüze misafir oldukları zaman şaşırıyorlar. Çok seviyorlar geleneklerimizi; meselâ peştamal takmamızı ve şivemizi. İlkokul dördüncü sınıftayken taşındığımız Ankara’da okurken de şivemi düzeltmem o kadar kolay olmadı. Arkadaşlarım yazıma ve özellikle konuşmama o kadar gülüyorlardı ki.

Sonra kısa sürede normal bir şekilde yazmaya ve konuşmaya başladım. Buna öğretmenim bile şaşırdı. Beni çok seviyor ve bana özel günlerde Karadeniz türküleri söylettiriyordu. Eh sesim de fena değildir hani.

Yazları kızlar peştamallarını takıp, çocuğu, genci, yaşlısı, herkes yaylaya çıkar. Yaşlılar ise, yaz başında hayvanları ile birlikte çıkar. Gençler okuldan sonra dersleri ve şehrin gürültüsünü bırakıp koşarak köylerine dönerler.

Çünkü köy onlara, en nadide yerinde, yaylasında bir sürpriz hazırlar her yaz: Karadeniz Şenlikleri. Bu şenlikler, yapılması zor olanı yapar ve herkesi bir arada toplar, eğlendirir. Yemekler pişirilir.

Üç gün boyunca kemençe eşliğinde horon edenlerin sesleri yankılanır ta karşıki dağlardan. Bazen beyaz bir sis kaplar her yeri, ama bizi ıslatmadan yavaş yavaş çekilir dağın eteklerinden.

Horonda genç bir delikanlı bir kızı beğendiğinde, kız da delikanlıdan hoşlanmışsa, horona beraber devam ederler. Herkes ailesiyle piknik yapar, eğlenir.

Ben, dostlukların pekiştiği ve uzakta olanların kavuştuğu bu şenlikleri çok seviyorum. Bu ağustostaki dostluk şölenimize sizleri de bekliyoruz. Kim bilir? Köyümü bir gördüğünüzde bir daha ayrılmak istemeyeceksiniz, benim gibi.

 

Emine Satıcı / Tıbbi Görüntüleme Teknikleri

Düşler Sokağı Kahramanına Nağmeler…

Bir zamanlar ulvi sevdalara tülden kanatlarla uçarken, onun sevgisi düşüvermişti yüreğime bir masal âleminde, Kaf dağının ardında bulmuştum kendimi. Ona, yollarda gül yerine diken toplamanın haşmetini aniden yaşatmıştım tüm acımasızlığımla.

Gül yüzünde bir tebessümü görebilmek için, hayatın katmerli acılarını omuzlamıştım hiç düşünmeksizin. Teselli avutmazken, ufku dünyayı aşan bir sevgiye mesken olmuştu yüreğim.

Ruhumun otağına düşünce onun sevgisi, acılar durağım olmuştu. Bir çaresizliğe kapılmıştım. Saatlerce, ama saatlerce oturup onu düşünüyordum; bıkmadan, usanmadan. İçimde gün geçtikçe daha da büyüyen bir sızı vardı. Engellemek istedikçe, bir kez daha ölüyordum o çaresizlikte.

Yüreğime yıldırımlar düşüyordu, yakıp yıkıyordu tüm benliğimi. Yüreğime düşen acılar, bir umut tacirinin yollara düşmesini bekletmişti. Bir umut… Umut taciri gelmese de, dakikalarla umut vagonları göndermiştim. Bu ayrılıkta bu mahzunluk olacaktı elbet, ama acımın dinmesine vesile olacak bir umuda da muhtaçtım. Günlerce bekledim, yalvaran yakaran yüreğime baharı açılsın diye. Oysa o, boynu bükük perişan hâllerde bırakmıştı beni.

Defalarca bir makber kazıp yüreğime gömmek istedim derinlere. Bu dertler, bu acılar bitsin diye, bu dostluğu tekrar yaşatma arzusu kalmasın diye. Onu unutmayı istediğim anlar oldu, unutamayacağımı bile bile. Secdelere kapanıp, dualar ettim bitsin diye bu acı. Ne yapsam boştu. “Nedendir bunca çektiğim çile?” diye haykırdıysam da o duymamıştı bile.

Oysa; gecemde, gündüzümde, hayallerimde, düşlerimde hep o vardı. Onsuz, yani kimsesiz yaşanır mıydı hayat? Onun, dostluğunu kabullenmenin azabını derinden duyarak sabahlara kadar ağladığı yetmez miydi?

Ondan uzak âlemlerde onun için ağlayan gözlerim, ya kapanmalı ya da bu sevgi kalbimin en müstesna yerinde kaybolmalıydı. Ancak bu dostluğa başlarken bir sevgi akdi yapmıştım ve o akdi bozamıyordum.

Dakikalar, günler, aylar geçiyor; zaman akıyordu. Gönlümün kapısını araladığımda, hep o çıkıyordu karşıma. Hâlâ, hayatımdaki tek dostumdu. Bu acıları hak etmediğimi neden anlamıyordu?

Neden benim için bu kadar değerliydi? Böyle mahzun, böyle acılı yüreğimde taşımak kaderim idiyse, varsın acılar benim olsundu.

Şafak, yeni yeni söküyordu. Uykusuz geçen bir gecenin ardından, gözlerim hâlâ ağlamaklıydı. Onun sevgisinde daim olan yüreğim, güneşini kaybetmişçesine hüzünlü yine. O, karanlıklar içinde gördüğüm bir ışık gibiydi.

Oysa; o, yüreğimde ne bir umut bıraktı, ne de aydınlık günlere dair hayaller. Şimdi ayrılık vaktiydi. Onu uzaktan bile olsun görebilme umudundan ayrılığın vakti. Doğan günle birlikte, ayrılığın çaresizliğin deryasına kapılıp gidiyordum kilometrelerce uzaklara. Geride alınyazıma katılmış bir sevgi ve unutulmayacak bir dost kalmıştı…

 

Nur Koçer Kılınç / Çocuk Gelişimi

Kopya

Her şey yazılı kâğıdına göz atıp bir şey yapamamakla başladı. Kalbim bir tuhaf atıyordu. Hoca iyi biriydi, ama sınavda nasıl olduğunu bilmiyordum. Ellerim titriyordu. Avucumda sanki küller vardı ve beni yakıyordu.

Gözlerimde korku vardı. Sanki suç işlediğimi anlatıyordu. Ne kadar kaçırsam da itiraf ediyordu. Yanaklarımdaki kızarıklığı hissediyordum. Kalbim bir kuş misali çırpınıyordu.

Bir yandan korkuyor, bir yandan da korku dolu gözlerle kopya veriyor ve kopya alıyordum. Ellerim titremeye devam ediyordu, rahmetli Azer Bülbül misali… Kalbimin ritmi hızlandı. Tam o sırada yumuşak bir ses tonu kopya çekmememi söyledi. Tebessüm ettim. Aslında o anda yerin dibine girmiştim.

Ben bir mumdum, hoca ise ateşti ve bu ateş acımasızca yaktı beni eridim, eridim. Devam ediyordum, çünkü fazla çalışmamıştım. Bıkmıştım sınavlardan.

Dersler sizin elinizden / Çektiğim dertlerimden

Kurtulmanın yolunu / Kopya ile buldum sonunu.

Hocalardan ürksem de / Vicdan azabı çeksem de

Ellerim titrese de / Yok ki başka bir çözümü.

Hocam kopya hırsızlık demeyin / On iki yıl çalıştım biraz dinleneyim.

Artık çok çalışmak yok / Çalışıp yıpranmak yok yok.

Hocam ne olur bana kızmayın.

Sınavımız bitmişti. Ama derslerimiz hâlâ devam ediyordu. Hoca ile göz göze gelmeyeyim derken “Kopya hırsızlıktır.” sözüyle irkildim. Gökkuşağı gibiydim. Açıktan koyuya tüm renkler yüzümdeydi, hissediyordum.

Ama nafile, ben kızardıkça hocam sana kırmızı çok yakışıyor dercesine üstüme geliyordu. Utanıyordum, fakat bitmişti sınav. Artık ismim annemin koyduğu Nur değildi, hocamın koyduğu çete başı Nur idi.

Şöyle bir söz vardır: Suçlular susmalı. Bu sözü destekleyerek susmuştum. Kopya çözüm değildir, ama iş işten geçti. Şakir Hocamdan özür diliyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.