O anket hep masadaydı... "AK Parti yüzde 11’lik fark olduğunu tespit etmişti"

O anket hep masadaydı... "AK Parti yüzde 11’lik fark olduğunu tespit etmişti"

Yeni Şafak yazarı Mehmet Acet, "Neden böyle oldu?" başlığını taşıyan köşe yazısında İBB seçiminin kritiğini yaptı ve ilginç bir bilgi paylaştı.

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanlığı seçimini, sürpriz bir farkla, CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu kazandı.

Resmi olmayan sonuçlara göre, 4 milyon 698 bin 782 oy alan İmamoğlu, yüzde 54,03 oy oranı ile seçimin galibi oldu. CHP adayının rakibi Binali Yıldırım ise yüzde 45,09 oy oranında kaldı.

Bugün "Neden böyle oldu?" başlığını taşıyan köşe yazısında seçimin kritiğini yapan Yeni Şafak yazarı Mehmet Acet ilginç bir bilgi paylaştı.

Acet'in verdiği bilgilere göre seçim sonucu AK Parti için pek de sürpriz olmadı. Yeni Şafak yazarı, "AK Parti, 6 Mayıs’tan sonra yaptırdığı ilk ankette İmamoğlu ile Yıldırım arasında yüzde 11’lik bir fark olduğunu tespit etmişti." ifadelerini kullandı.

İşte o köşe yazısı;

- Neden böyle oldu?

İngilizler literatüre “elephant in the room/ odadaki fil” diye bir tabir kazandırmışlar.

Diğer detaylarla örtülmesine izin vermeden öncelikle bariz gerçeği görme anlamına gelen bir deyiş.

23 Haziran ile ilgili bariz gerçek nedir?

CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’nun 3 ayı bile doldurmayan bir zaman dilimi içerisinde oylarını çok güçlü bir şekilde artırması, miktar olarak 800 bin, oran olarak yüzde 9 puan farkla net bir galibiyet elde etmesi.

Neden böyle oldu sorusuna şimdi gelebiliriz.

Yaygın olarak dillendirilen, seçimlerin yenilenmesi kararının en temel faktör olduğu görüşüne katılıyorum.

Elimizde bu fikri destekleyecek veriler de var.

AK Parti, 6 Mayıs’tan sonra yaptırdığı ilk ankette İmamoğlu ile Yıldırım arasında yüzde 11’lik bir fark olduğunu tespit etmişti.

Sonradan belki de meselenin içine biraz da “wishfull thinking/ temenniye dayalı” duyguların da girmesi nedeniyle bu farkın istikrarlı bir şekilde kapandığına inanıldı.

Hatta son gün yapılan araştırmalarda Yıldırım’ın bir puan öne geçtiği bile söylendi.

Ama işin aslı, 6 Mayıs’tan itibaren devam eden zaman dilimi içerisinde seçmen tutumunda gözle görülür bir değişim olmamış, o tarihte oluşan kanaatler ve verilen kararlar, 23 Haziran’a kadar korunmuştu.

Kampanya dönemi diye bildiğimiz 47 günlük vakit içerisinde gördüklerimizin de ‘vakit öldürmekten’ ibaret olduğu anlaşılıyor.

Seçimlere iki hafta kala, Optimar’dan Hilmi Daşdemir ile konuştuğumda aradaki farkın 7,5 olduğunu söylemişti.

Bunu niye paylaşıyorum?

6 Mayıs’tan sonra seçim takvimi yaklaştıkça aradaki farkın hızla kapandığı fikrini çürüttüğü için.

Seçim tahminlerinde isabet oranı yüksek olan Daşdemir, buna yakın bir sonuç beklediğini o konuşmamızda bana söylemişti.

Konda’nın seçimlere iki gün kala açıkladığı ‘seçim eğrisini’ gösteren tabloda da seçmen tercihinin Mayıs ayından itibaren düz bir çizgi halinde kaldığı görülüyordu.

Yani son hafta yaşananlar (Öcalan’ın HDP mesajı vs.) tabloyu lehte ya da aleyhte değiştirmemişti.

Bu noktada şöyle bir soru karşımıza çıkıyor?

23 Haziran’da oluşan farkı, yüzde 9’luk bir kesimin salt YSK’nın İstanbul kararına verdiği bir tepki olarak, ‘bundan ibaret bir çıktı’ olarak mı görmeliyiz?

Yoksa AK Parti’ye ait ana gövdeden kopan, bir daha dönmesi de zor görünen bir parça olarak mı?

Bu iki soru ilk bakışta birbirinin alternatifi gibi gözükse de, iç içe geçen yönlerinin olmadığını da söyleyemeyiz.

Yani bu yüzde 9’un içerisinde salt o gerekçeyle hareket edenler olabileceği gibi, başka başka gerekçelerin hepsini birden kafasında toplayıp İmamoğlu’na yönelenler de olacaktır.

‘Baskı’ unsurunun 1 Kasım 2015’ten itibaren yapılan bütün seçimlerde sonuçlar üzerinde tayin edici bir rolünün olduğunu düşünüyorum.

Bu cümleyi iktidarın seçmen üzerinde kurduğu baskıdan ziyade, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası olup bitenlerin, 15 Temmuz dahil olmak üzere bütün o yaşanmışlıkların, yani yarına dönük fiili endişe üreten gelişmelerin seçmen üzerinde oluşturduğu psikolojik baskıya atıfla kullanıyorum.

-Suriye gibi mi oluruz?

-Venezüella gibi mi oluruz?

-Çocuklarımız, torunlarımız yapacağımız tercihler nedeniyle yangın yerine dönmüş bir ülkede mi yaşamak zorunda kalacaklar?

-Vereceğimiz oylarla desteklememiz halinde daha iyisini yapabilecek bir aktör/parti var mı?

Milyonlarca kişinin oy vermeye giderken bu türden soruları aklının bir köşesinde tuttuğu gerçeğini bir kenarda tutabilir miyiz?

Yerel seçimler olmasına rağmen 31 Mart’ta da bu duygunun bir karşılığı vardı.

Pazar günü tekrarlanan İstanbul seçimi ise, Kasım 2015 seçimlerinden itibaren yapılan bütün oylamalardan bu anlamda bir istisna olarak ayrışıyor.

Bir başka deyişle ‘dengeleme/ders verme’ arzusunu canlı tutan ama memleketin yarınlarına dönük tehditler nedeniyle bu arzusunu sürekli bir şekilde erteleyen bir grup seçmen (İstanbul özelinde bunu 800 bin kişi olarak düşünebiliriz) 23 Haziran’ı kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak gördü.

Dün partisinin grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Nerelerde eksiklik, kopukluk, yanlışlık varsa bunları gidermenin yollarını arayacağız. Buna göre de atmamız gereken adımları kararlılıkla hayata geçireceğiz. Milletimizin verdiği mesajları görmezden gelerek kulağımızın üzerine yatma lüksüne sahip değiliz” dedi.

Bu ifadeler, 31 Mart’tan sonra da gündeme gelen ama muhtemelen İstanbul seçimlerinin tekrarlanması nedeniyle ertelenen muhasebe yapma/tespitte bulunma/adım atma iradesini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor.

Ders çıkartılıp adımlar atıldığını görmek, sanıyorum en fazla geçmişte AK Parti’ye oy vermiş, sonradan başka adreslere yönelse de geri gelebilecek durumdaki kitleleri mutlu edecektir.