Mösyö Aron’un işyerinde geçen günler

Mösyö Aron’un işyerinde geçen günler

Bundan tam 44 yıl önce idi. İşyerim Tahtakale Tomruk Sokağı Yıldız Han’ın 4.katında büyük bir baharat imalathanesi idi.

İsmail DETSELİ

 

Bundan tam 44 yıl önce idi. İzmir’de çalışırken daha iyi iş şartları bulurum ümidiyle İstanbul’a gittim. İşyerim Tahtakale Tomruk Sokağı Yıldız Han’ın 4.katında büyük bir baharat imalathanesi idi. Patronumuz ise bir Yahudi. Mösyö Aron.. “Toprağı bol olsun” derler, bunların ölenlerine biz de öyle diyelim. Bu zat gayet mütevazı, sessiz, iyi bir adamdı. Ben burada işbaşı yaptığımda daha evvel çalışan bu işyerinin bütün işlerini iyi bilen Erzincan Kemah’tan bir arkadaş var ki kendisi İstanbul Kuledibi’nde doğup büyümüş adı halk arasında Yücel olan nüfusta ise Haluk Bektaş’tı. Bu arkadaşla yaşlarımız aynı idi. Yücel’in bir özelliği de Yahudilerin içinde yetiştiğinden dillerini güzel biliyor olmasıydı. Zaten babası merhuma da arkadaşları Yahudi Ali lakabı takmışlardı. Aynı semtte Yahudiler ile oturduğu için bu isimle tanıyorlardı. Yücel’in annesi merhume olmuş ama Yücel tabiri caizse tam bir fırlama ama insanlığı arkadaşlığı da pek yaman, arkadaş uğruna canını veren cinsten.

 

O 100 lira haftalık alıyor ben ise 75 lira haftalık alıyorum. Patron Mösyö Aron bize haftalık 50-100 çuval İngiliz karbonatı alıyor, biz onları elekten eleyip 100, 50 ve 25 gramlık naylon torbalara terazi ile tartıp takribi dolduruyoruz ambalaj yapıp paketleyip hazırlıyoruz. Patron Güneydoğu illeri başta olmak üzere Türkiye’nin her yerine gönderiyor. Bizler öğle yemeğimizi kendi cebimizden yeriz. Öğle yemeğimiz, ortalık kış günü olursa 50 gram pastırma, 50 gram turşu, bir de ekmek.. Bazen bunlar değişir, helva gibi yiyecekler de olurdu. Yazın ise daha hafif yiyeceklerle karnımızı doyururduk. İşimiz iyi patronumuz da iyi ben ise akşamları kendi köylülerimle beraber birkaç bekâr genç ihtiyar gurbet uşağı. Bir daire tutup orada kalıyoruz, akşam yemeklerini beraber birlikte yemek yapıp yiyoruz. Kazandığımızı biriktirip köydeki ailemizin bütçesine katkıda bulunuyoruz.

 

PATRONUN HAMURSUZLARINI YİYORUZ

Yahudilerin bir Hamursuz Bayramı vardır. Yılın belirli günlerinde mayalı hamurlu ekmek yemez, gofret gibi, peksimet gibi şeyleri yerler ve evde kendi madamları tarafından hazırlanmış özel yiyeceklerle idare ederler. Patronumuzun Madam Roza isimli bir hanımı var ki aşırı dindar biri.. Dini yaşamından hiç taviz vermez ama beyi ise hiç de öyle değildi. Ama beyi de madamdan çekindiği için dindar görünmeye çalışırdı. Madam Roza’nın yaptığı şeyleri işyerine getirir, bir kenara bırakır, öğleyin biz yemeklerimizi yemek için hazırlandık mı o da o özel yiyeceğini alır ve bir kenara oturup yerdi. Ama bizim Yücel arkadaş -sağ ise kulağı çınlasın öldü ise Allah rahmet eylesin- patronumuzun yakınında ikamet ettiği ve onları ailece iyi tanıdığı için şımarıklık yapar, onlar da onun hatalarını görmezden geliverirlerdi.

Bu samimiyete dayanarak madamın beyine hazırlayıp gönderdiği hamursuzları biz Yücel ile yemiştik bir gün. Öğleyin patron bakıp da hamursuzları göremeyince, bize sormuş biz de görmediğimiz söyleyince “Ne oldi beee, sabahleyin şuraya koymuştum siz bir şeyler yaptiniz bunlar uçmadi ya” diye meraklanır, Yücel “bunlar okunmuş, üflenmiş şeyler, uçmaz olur mu Mösyö Patron tabiî ki uçar belki de uçtu bunlar” deyince patron, “hadi oradan be, ben şimdi ne yapacağim söle bakalim” demişti.. “Sen de bizim gibi ekmek ye” diye çıkış yolunu söyleyince Yücel, “ olur mi ya benim madam duyarsa” diye itiraz etmişti patron Aron. Sonra ikna etmişti de “Hadi bana da bir çeyrek ekmek alın, yalnız Madam Roza duymasın haaa, bu uzun günler aç geçer mi be” diye tembih etmiş ve ekmeği götürerek orucu bozmuştu.

Hamursuz Bayramı’na gelince Yahudi bayramları arasında, mazisi en eski dönemlere dayananı Pesahtı bu bayram. Bahar Bayramı, Özgürlük Bayramı ve Hamursuz Bayramı olarak da bilinirdi. İbrani Takvimine göre Nisan ayının 15’inde kutlanırdı.
Yahudiler'de Mısır'daki kölelikten kurtuluşun anısına her yıl 8 gün kutlanırdı. Tevrat'a göre Mısır'da Firavun'un köleleri olarak kullanılan ve üzerlerine ağır işler yüklenen Yahudiler, Allah’ın yardımıyla 'nın önderliğinde Mısır'dan çıkarlar. Ancak bu çıkış o kadar acele ve apar topar olmuştur ki, Yahudiler kendileri için hazırladıkları ekmeklerin hamurlarının mayalanmasını beklemeden pişirmişlerdir. Bu yüzden, bu bayramda mayalı hiçbir ürün tüketilmez. Pesah boyunca museviler mayasız hamurdan yapılmış adındaki ekmeği yerler…

Pesah’ın ya da Hamursuz’un hikayesi de buydu…

 

YÜCEL KOZUNU KULLANMAYA BAŞLIYOR

Artık iş bitmiş aradan zaman geçmiştir. Yücel patrona haftalığımıza zam teklifinde bulunur.

“Mösyö bizim haftalıklar yetmiyor, biraz keseye dokun bakalım, artır bizim haftalıkları” deyince “ne artması be, zaten iş mi var, baksana işler çok kesat Anadolu’dan para gelmiyor, senetler hep geri dönüyor” diye itiraz eder. Yücel de “vallaha sen bilirisin patron, ben de Madam Roza’ya senin Hamursuz günlerinde, hamursuzları yemeyip bizimle ekmek yediğini söylerim” deyince Aron “sakın ha söyleme be, Allah cezanı versin senin, deli çocuk bir şeyler düşünelim bakalım” demişti. En azından yine beşer onar lira haftalıklara zam alırdık bu tehditle.

 

Yahudiler çok çalışkan insanlar ve İstanbul’un sermayesi bunların elinde idi o yıllarda.. Bir de hele 2-3 kızı var ise bir Yahudi’nin daha çok çalışması lazımdı. Sebebi ise bunlarda drahoma diye bir usul vardı. Yani kızını verdiği damadının bütün masrafını üstlendiği gibi işini de kurmak mecburiyetindeydi. Bizim patronun da iki kızı vardı, bazı bu adetten dolayı çok muzdarip olduğunu beyan eder bize acızlanırdı. Aslının "drakhoma" olduğunu ve Yunanca’dan geldiğini öğrenmiştim. Yahudilerde olduğu gibi Hristiyanlıkta da kısmen yaygın bu gelenek. Drahomanın söz konusu olduğu yerde, gelin olan kız tarafı, onunla evlenecek erkeğe ailenin durumuna göre bir miktar para, ya da mal verir. Varlıklı ve köklü aileler için kızlarıyla verecekleri drahoma miktarının fazlalaşacağı, büyük olacağı tabii bir şeydir. Damat, bu parayı genellikle ticaret için, serbest hayata atılmak bakımından sermaye yapar. Avrupa ülkelerinde, Türkiye'de Rum ve Ermeniler arasında, ailenin kızları için ayırdığı drahoma, belirli bir işletmeyi işletmek, devam ettirmek, evlenecek kızın ailesine bağlı olmaksızın yaşayabilmesi, kocasına bu durum ve şartları sağlamak amacıyla düşünülmüş.

 

İŞYERİNDEN AYRILIP İSTANBUL’U TERK ETTİM

Aradan yıllar geçti ben Konya’ya geldim. Yücel İstanbul’da kaldı, bir sene sonra doğum tarihlerimiz aynı olunca Yücel de ben de asker olduk. Tesadüfe bakın ki ikimizde acemi birliği olarak Manisa’ya sevk edilmişiz. Tesadüfen bir ay sonra karşılaştık. Yücel yine akıllılığını göstermiş elinde bir fotoğraf makinesi almış fotoğraf çekiyor. Orada da bir müddet beraber kaldıktan sonra ayrı ayrı yerlere dağıtım olduk. Ve bir daha görüşemedik aradan zaman geçti 1968’in son aylarında ben yine bir işte çalışmak için İstanbul’a gittim ve orada kendime bir iş kurdum. Çalışırken Yücel arkadaşım aklıma geldi, tanıdık çevrelerden sorup soruşturdum, Yücel’in bir avukatlık bürosunda katip olarak çalıştığını duydum. Zaten kendisi lise mezunu idi o yıllarda böyle boş gezen üniversite mezunu değil lise mezunu bile az bulunurdu. Meşhur şarkıcı Adamo’nun avukatı olan dünyaca ünlü avukat Jak Mitrani’nin yanında sekreter olarak çalıştığını duyduğum Yücel’i Karaköy İskelesi yanındaki işhanlarından birinde sora sora buldum. Beraber çay içtik, sohbet ettik ben daha evlenmemiştim ama Yücel kardeşim Yüksel hanım ile evlenmişti. Hanımın çevresi çok zengin tabakadandı. İstanbul şişhanede ikamet ediyorlar, Yücel ise Pangaltı’nda ikamet ediyor Yücel’in de durumu fena değil. Avukatlık bürosunda zamanına göre iyi bir maaş alıyordu. Çünkü Jak Mitrani ünlü bir avukat. Neyse beni evine davet etti. Eskiden de birbirimize çok sevecen davrandığımızdan ve samimi oluşumuzdan yenge de bize karşı saygılı ve mütevazı davrandı. Bir kardeş gibi bazı akşamları sık sık gelip gitmelerimiz oluyordu.

 

ARKADAŞIM İÇİN ELÇİLİK YAPIYORUM

Bir gün ikindi vakti arkadaşım Yücel ile bir telefon görüşmesi yapmıştık. Eşiyle arasının açıldığını ve eşinin baba evine gittiğini öğrendim. Akşam yemeğine davet etmişti. Ben de kalkıp eşi Yüksel hanımın baba evine gittim ve ailenin toparlanması için ricada bulundum ama onlarda çok sosyetikti. Sofralarında şaraptan viskiye her türlü içki mevcuttu. Bizim gelin Yükselin kardeşleri İstanbulspor’da futbol oynuyorlardı ama tabi benim içki içmeyişim onları daha çok etkilemişti. Tabi bizim gelin de içki içmiyordu. Ben gelinin babasına “Faruk Bey lütfen beni yanlış anlamayınız elçiye zeval olmaz, ben arkadaşım adına buraya kardeşim bacım bildiğim Yüksel hanımı alıp yuvasına götürmek ve bu mutlu yuvanın devamını sağlamak için geldim” diyerek güzel sözlerle işe girdim. Benim ikna edici sözlerim baba üzerinde tesirini daha çabuk gösterdi ve hiç tereddüt etmeden hemen alıp gidebilirsin İsmail Bey, yalnız o haylaz damada söyle bir daha böyle lüzumsuz dirliksizlikler istemiyorum. Herkes gibi ben de kızımı çok severim. Üzülmesini de hiç istemem söyle kızımı üzmesin” dedi. Yüksel hanım da nazlı görünmesine karşın bir an önce yuvasına dönme fikrinde olduğunu yüz hatlarından belli ediyordu. Tabi orası büyük şehirdi, bir baba içinde hem yavrusunun yuvasının mutluluğu hem de maddi durum söz konusu idi. İşte bu yüzden olacak ki hemen apar topar Yüksel hanım kızı Zehra’yı kundağına sarıp sarmaladı ve annesine veda etti. Baba evinden acele ile ayrıldık. Acelemiz de vardı, çünkü o yıllarda akşam saat 21’den sonra İstanbul’da gece sokağa çıkma yasağı vardı. Saat 21’de herkes evine çekilmek zorunda idi.

Biz Yücel arkadaşımın eşi Yüksel hanımı ve çocuğu alıp geldiğimizde saat 21’i bir hayli geçmişti yani ben de Kuledibi’ndeki arkadaşımın evinde mahsur kalmıştım, o saatten sonra artık zinhar dışarı çıkamazdım.

Çaresiz o gün kaldım orda. Geceleyip sabahleyin erkenden evime gelip işime gittim.

 

Gitmeden Yücel arkadaşıma şunu söyledim, yahu kardeşim “bekârın elçiliği pek tutmaz” diye korkuyordum, amma nasıl oldu ise tuttu, yengeyi alıp getirdim deyince “Ben senin bu işleri becerebileceğine inanıyordum İsmail ondan seni gönderdim başka daha kardeşlerim ve eşim dostum da vardı ama senin ağzın iyi laf yapar bunu bazen kayınvalidem ve kayın pederim senden bahsederlerken söylerlerdi. Onun için seni kırmayacaklarını bilerek tercih ettim ve yanılmadım” demişti.

 

Gece yarısına kadar evde uyuyamamıştık. Yücel yuvanın eşi ile şenlenmesinden duyduğu haz ile çeşitli şakalar yapıyor ve bana evinin çevresindeki evleri işaret ederek “bak şu Yahudi madam sana işmar ediyor. Senin gibi bir Konyalı kocayı nerden bulacak seni onlara misafir göndereyim istersen” diye şakalar yapıyordu. Sabahın nasıl olduğunun bile farkına varamadık. (Mahallenin bütün sakinleri ya Yahudi ya da Rum ailelerdi) Yahudi ve Rum aileler İstanbul’un ayrılmaz birer parçalarıydı. Yediklerinden yemesek de saatler süren sohbetlerine doyum olmazdı. Çok güzel arkadaşlıklar yaşadık.

Uzun müddet oldu bilmem arkadaşım Yücel ve eşi sağ mıdır, Zehra kızları beni hatırlayamaz tabi o çok küçüktü. Hey gidi günler heyyy.. Hani bir güzel söz vardır ya “geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” diye.. İşte benim kırk kırk beş yıllık bu hatıralarında hayali bile cihan değiyor.