Halil CİN

Halil CİN

37 yaşında profesör, 40 yaşında rektör olan, Dicle ve Selçuk Üniversitelerinde rektörlük yapan, daha sonra ANAP’la siyasete ve meclise giren ama bunu ‘hayatımın en büyük hatası’ diye değerlendiren akademisyen...

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri

 

Prof. Dr. Halil Cin

 

Selçuk Üniversitesi’nde bitmek tükenmez enerjisi, çalışkanlığı, disiplini ve azmi ile Mevlana’nın engin hoşgörüsünü, Yunus Emre’nin insan sevgisini kendisine düstur edinerek çalışan ve Konya’da rektör olarak görev yaptığı 11.5 yılda üniversiteye yeni bir kimlik kazandırmaya çalışan Prof. Dr. Halil Cin, Türk bilim ve siyaset hayatındaki ‘Konyalı’  bilinen yüzü ile yazı dizimizin bu haftaki konuğu oluyor.

 

Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE

 

Prof. Halil Cin eğitime ve kültüre katkılarından dolayı Fransız Kültür Bakanlığınca ‘Sanat ve Edebiyat Şövalyeliği’ unvanına layık görülürken, İtalya Cumhurbaşkanlığı tarafından da ‘liyakat nişanı’ almış bir insan. Sayın Halil Cin ayrıca Türkiye-Azerbeycan arasındaki ilişkilerin gelişmesindeki katkılarından dolayı Bakü M. Emin Razulzade Devlet Üniversitesi tarafından ‘Fahri Hukuk doktoru’ payesi alan bir insan.

 

Prof. Dr. Halil Cin, merkezi Paris’te bulunan I’Islam et Occident Derneği, TRT Yönetim Kurulu Üyeliği ve Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kurulu Başkanlıkları’nda da başarılı çalışmaları ile iz bırakmış bir bilim adamı. Halen yurtdışı ve yurtiçi onca yoğun akademik çalışmaları arasında bizim yazı dizimize konuk olmak için İtalya’dan Konya’ ya gelerek siz değerli okurlarımız için bizleri şereflendirdikleri için kendilerine bir kez daha teşekkür ederim...

 

Halil Cin;  Veli ile Ayşe çiftinin üç çocuğundan birisi olarak Gülnar Bozağaç köyünde dünyaya gelir. Halil Cin’in ilginç zorluklar ve mücadelelerle dolu hayat hikâyesini isterseniz kendi ağzından dinleyelim:

 

Doğrusu gerçek doğum yaşımla nüfus cüzdanına yazılı olan yaşım farklıydı. Rahmetli babam doğumumu tam tarih olarak hatırlayamadığı için ‘Sen ekinler devrilirken dünyaya geldin’ der. 1942 yılında nüfusa kayıt olmuşum. O yıl köyde ekin olmamış, babam da Göksu boyunda eve biraz buğday getirebilmek için merkeple bizim köye yaklaşık 50 kilometre uzaklıktaki bir yere ekin biçmeye gitmiş. Babam köye döndüğü zaman komşunun kızı ‘Veli abi oğlun oldu’ demiş. Yani Mayıs ayı sonu Haziran başı gibi dünyaya gelmişim. Nüfus kâğıdına 2 sene sonra doğumumu 1 Mart 1944 olarak yazdırmışlar. Ama ben daha sonra bunu 1942 olarak yeniden düzelttirdim. 1971 yılında annem vefat etti bunun üzerine babam bir daha evlendi. Anne-baba bir olmak üzere biz 3 kardeşiz,  daha sonra da baba bir anne ayrı kardeşlerim dünyaya geldi. Ablam 10 yıl önce vefat etti.

 

KÖYÜMDEN BAĞIMI HİÇ KOPARMADIM

Üniversitede iken bile köyümle bağımı hiç koparmadım. Yaz aylarında sürekli olarak annemin babamın yanına gelir, onlarla birlikte tarlada tapanda çalışırdım. Üniversiteyi bitirdikten sora 6 ay süren hakimlik stajını Ankara adliyesinde yaptım; Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdim.

 

OKUL YILLARIMDAKİ YOKLUK

 

İlkokulu 1942-1950’li yıllarda köyde okudum. O yılları hatırladığım zaman hala tüylerim diken diken olur. Rahmetli Adnan Menderes Demokrat Parti iktidarında yol yapım işine öncelik vermiş, köyün yolunu ilçeye bağlayan yol köylüler tarafından yapılmış. Aydıncık ilçesine giden yol da çok kötü idi. O yol da köylüler tarafından yapıldı. Köylüler hem yolun yapılmasında çalıştılar ‘köyümüze yol yapılıyor’ diye hem de ‘para kazanmak için iş bulduk’ diye göklere uçuyorlarmış. O yıllardaki yokluk mücadelesini hep hatırlarım. Ortaokulu Gülnar Ortaokulu’nda okudum… Gülnar bizim köye 7 km uzaklıktaydı. Ortaokulda iken iki üç arkadaş kiraladığımız bir evde kalırdık, annelerimiz sırayla bizim başımızda kalırdı.

 

ORMANDAN KAÇAK KESİLEN ODUNLAR

 

Babam kışın ormandan kestiği odunları merkebin üzerinde bize getirir, biz de o odunlarla ısınırdık. Tabi bu odunlar kaçak kesiliyordu… Orman İşletmeleri köylüye odunu vermezdi. Bir gece babam yine kaçak olarak odunu kesmiş, merkebe yüklemiş… Getirirken babamın peşine orman muhafaza memuru düşmüş. Babam hem ceza görmemek hem de yakalandığı zaman merkebine el konulmaması için o genç memurdan o yaşlı hali ile öyle bir kaçmış ki genç orman muhafaza memuru bile babamı yakalayamamış. Babam o zamanlar 50’li yaşlardaydı. Babamın o fedakârlığını hiç unutmuyorum.

 

PANSİYONDA PARASIZ KALDIM

 

Annem de babam da okuma yazma bilmiyorlardı ama ‘Oğlum biz okuyamadık sen mutlaka oku, seni okutmak için biz gece gündüz çalışacağız’ sözleri hiç kulağımdan çıkmaz. İlk ve ortaokulu iftiharla geçtim lisede ücretsiz okuyup pansiyonda bedava kalabilmek için çok çalıştım. Eğer normal çalışsaydım hem lisede okuyacak hem pansiyonda kalacak paramız yoktu, okuyamazdım.

 

ANKARA HUKUK FAKÜLTESİNİ DÖRDÜNCÜ OLARAK BİTİRDİM

 

1960 yılında lise bitti. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Babam, kardeşlerim, ablam yoksul hayatlarını sürdürürken hem geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar hem de yemeyerek içmeyerek biriktirdikleri paraları bana göndererek beni okutmaya çalışıyorlardı. Ben bunun bilinci içerisindeydim. Hukuk Fakültesi’ni de 4 yılda pekiyi derece ile bitirdim; 680 kişilik son sınıfta okulu derece ile 4. olarak tamamladım. Hakimlik atamam yapılacaktı. Ama ben üniversiteyi Gümrük Tekel Bakanlığı’nın bursu ile okumuştum. Yani bakanlıkta memur olarak tayin edilecektim, bunu istemiyordum.

 

Hemşerimiz olan milletvekili bir abimizin rahmetli Celal Kılıç, Ankara hukukta öğrenci iken asistan olan hocamın Prof. Osman Berki’nin asistanı olan Tuğrul Arat’a gittim. Rica ettim  ‘Bana yardımcı olun Gümrük Bakanlığından Adalet Bakanlığına naklimi sağlayın’ dedim. Eski Vali Mehmet Yüceler Gümrük Bakanıydı. Tuğrul beyin babasına ‘Toprak hakkı için hakim olmak istiyorum ben memur olmak istemiyorum’ dedim. Sedat Çumralı Adalet Bakanı’ydı… Prof. Şükrü Berki Hoca ortağı Ali Himmet Berki ile mektup yazıp bu mektubu da ona götürmemi söyledi. Ve bana ‘bunu sakın özel kalemine filan verme mektubu sadece kendi eline ver’ dedi. Şükrü Berke’den mektubu alıp götürdüm. Özel kalemine de “ben bunu Bakanın eline vereceğim” dedim. Sedat Çumralı bey mektubu açtı okudu. Personel Genel Müdürünü çağırdı. Benim bu işimi yapmasını kendisine söyledi ama o buna karşı çıkarak ‘Ama efendim daha henüz 20 yaşını doldurmamış görünüyor bu olmaz’ deyince Bakan sinirlendi ‘Evladım bize de böyle genç pekiyi ile okul bitirmiş adam lazım, bunu hemen yapın. Gümrük Bakanlığı’na da yazısını yazın’ dedi. Gümrük Bakanlığı da bakan bey söylediği için muafakatımı hemen verdi.

 

ASİSTANLAR ARİSTOKRAT ÇOCUKLARI’YDI

 

Ben de Ankara adliyesinde 6 ay hakimlik stajımı yaptım. Mersinli bir savcı abimiz vardı bana ‘Hakimlikte savcılıkta gözün olmasın’ diyordu çünkü inanın oturduğumuz koltuklarda tahta kurusu kaynıyordu. Tahtakurularının ısırmasından her tarafım şişmişti o abimiz bana hep ‘Sen bunları bırak üniversiteye geç’ diyordu; benim istediğim kürsü özel hukuk ise dolu idi. Ankara Üniversitesi’nde asistanlar hep aristokrat çocuklarıydı. Benim gibi Anadolu’dan gelmiş fakir fukara sadece bir kişi daha vardı. Zaten o da yakın zamanda rahmetli oldu. Üniversiteye geçmemiz çok zordu biz Hukuk Fakültesine bile istisnai şartlarda girmiştik. Doktora yapmak, doçent, profesör olmak ise çok zordu.

 

GENERALİ BAKANLIĞA ŞİKAYET ETTİM

 

1975 yılında doçent iken askerliğimi yaptım, Ankara Mamak Muhabere okulunda 3 ay kısa dönem olarak vatani görevimi tamamladım. Ve burada yine ilk defa bir generali Milli Savunma Bakanlığı’na şikâyet eden ben oldum. Fahri Günhoş paşa tuğgeneraldi. Mamak Muhabere Okul komutanlığında kısa dönem askerliğe gelen arkadaşlarımız vardı. Gönül Akyan bölük arkadaşımdı.

 

Bir gün bölük komutanından izinli olarak talim elbisesi ile dışarıya çıkıyorum. Üç arkadaş da atmam için bana mektuplarını vermişlerdi. 1975’te yeni arabam renoyu alacaktım. Arabanın işlerini halledeyim diye izin alıp dışarıya çıkıyordum. Nizamiyenin kapısından tam çıkarken paşa da makam arabası ile içeriye girdi. Ben hemen selam durdum paşa da arabayı durdurdu. Bana “onlar ne? Nereye gidiyorsun?” dedi. Ben de “komutanım yüzbaşımdan izin aldı”m dedim. “O zaman elindekiler ne?” diye mektupları gösterdi. Ve bana ‘Bunları dışarıya çıkartmak yasak bilmiyor musun?” dedi. Ben de bunun yasak olduğunu bilmediğimi, çünkü içeride her gün herkesin mektup yazıp posta kutusuna attığını, yine herkesin gelen ziyaretçilerine mektuplarını verdiklerini söyledim. Daha sonra ben çarşıya çıkıp işlerimi bitirdikten sonra tekrar bölüğe döndüm. Mektup sahipleri bana ‘Bizi yaktın’ diye sitem ettiler. Komutan Bölük Komutanlığına gitmiş. Mektupları göstermiş ve bunları aç demiş; o da açmış. Samsunlu bir arkadaşımız eşine mektup yazmış. Keçiören’deki dayısının evini adres olarak gösterdiğini, hafta sonları evci olarak çıkacağını söylemiş. Bir diğeri Almanya’daki annesine eğitimlerden söz edip “çok yoruluyoruz” demiş.

 

Albay buna çok bozulmuş. Beni kastederek ‘onun kara kaplı kitabı mı yaman el mi yaman göreceğiz’ demiş. Ben bunun üzerine tekrar Yüzbaşıya gittim. Yüzbaşı bana ‘Maalesef üzgünüm’ dedi. O zaman yüzbaşıya “ne tavsiye edersiniz ben ne yapayım?” dedim. O da “albay bize bile ceza verir. Yine sen bilirsin” dedi. Hafta sonu geldi içtima olduk. Albay yalan beyandan bana bir hafta sonu dışarıya çıkmama cezası vermiş. Bu yalan beyan işine çok içerledim. Bölük önünde mahcup oldum. “Komutanım hakkımı arayacağım size zararım olur mu?” dedim. “albayım bana böyle hakaret etmeye hiç hakkı yok” dedim. Yüzbaşı da ‘bana bir şey olmaz. İstiyorsan hakkını ara’ dedi.

 

Bunun üzerine binbaşıya gittim. Binbaşı çok nazik bir adamdı. Beni dinledikten sonra ‘Sana hafta sonu cezası verilmesine çok üzüldüm. İstersen sen şikayetçi olma. Ben sana 3 gün izin vereyim’ dedi. Ama ben komutana teşekkür ederek hakkımı arayacağımı ve izin falan da istemediğimi söyledim. Milli Savunma Bakanlığı müsteşarı Bülent Olcay’ın tanıdığı biri vardı, ben de ona ulaştım. Durumu anlattım. Müfettişler geldi. Bizi de dinlediler. Onlara ‘Bu şikâyetinden vazgeçeceğim ama paşa beni kabul etsin, durumu ona arz edeyim, yalan beyanda bulunmadığımı söyleyeyim’ dedim. Çünkü onurlu bir insan gibi yapmadığım bir şey yüzünden suçlanmıştım. Durumu paşaya anlattım ve bir paşayı ilk şikayet eden insan olduğumu sonradan öğrenmiştim.

 

GÖRÜCÜ USULÜYLE EVLENDİK

 

Askerlik sonrası Ankara Hukuk Fakültesi’ne geri döndüğüm zaman herkes ‘Paşaya itiraz eden’ diye beni göstererek konuşuyordu. Bu arada evlendik tabii. Eşim Gülnarlı, rahmetli kayınpederim ile de aynı köydeniz. Kayınpederim Gülnar’da uzun yıllar Demokrat Parti’de başkanlık yapan merhum Mehmet Ali Ercan. Eşim Adana Kız Öğretmen Okulu mezunu. Fakülteyi bitirdikten sonra ailem benim evlenmem için telkinde bulunmaya başlamıştı. Ben de onlara ‘peki bulun bir kız evleneyim’ dedim. Ablam, eşimin ablasını araştırmış. Bir gün eşimin babaannesine gitmiş. Eşimin babaannesi Lokman Hekim gibi 80 küsur yaşında bir kadındı. Ablam 3-4 yaşındaki çocuğunun ishal olduğu bahanesi ile ona gitmiş. Eşimi de burada görmüş bana ‘Vallahi dolunayın 14’ü gibi bir kız’ dedi. Bir gün ben de tesadüfen Ankara’dan Mersin’e gelirken eşim ve kayınpederim ile aynı otobüsteydik.  Kendisini de ilk defa otobüste gördüm. Ben de o zamanlar Gülnar’da çok başarılı bir öğrenci olarak biliniyordum. Emel hanımla 1964’te nişanlandık. 1965’te evlendik. İki oğlum var; Gökhan profesör, Mersin Üniversitesi Kardiyoloji Bölüm Başkanlığı yapmakta. Diğer oğlum Onursal ise Yrd. Doç. Dr. olarak Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yapıyor. Ama onun akademisyenlikte pek gözü yok, serbest çalışmak istiyor.

 

40 YAŞINDA REKTÖR OLUYORDUM

 

1979’da yılında profesör oldum 1982’de de Yüksek Öğrenim kanunu çıktı. Anadolu’da üniversiteler açılmaya başlamıştı. Diyarbakır’a rektör olarak atandım. Şimdiki Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK) üyesiydi. O zamanlar Diyarbakır’a rektör arıyorlarmış. 37 yaşında en genç profesördüm. 3 senelik profesör iken 40 yaşında rektör oldum. Vecdi Bey, Diyarbakır Rektörlüğünü teklif ettikten 2 gün sonra sabahleyin erken saatlerde telefonum çaldı. YÖK Başkanı Sayın İhsan Doğramacı Bey telefonda önce ‘günaydın’ dedikten sonra ‘Hacettepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsünde sizi bekliyoruz’ dedi. Gittim, YÖK üyeleri de oradaydılar. Yardımcıları Kemal Kayhan, Cemal Ataman, Selahattin Gürtürk bana ‘Sana milli bir görev vereceğiz. Diyarbakır’a rektör olarak atanacaksın’ dediler. O tarihlerde kimse oralara rektör olmak bir tarafa, gitmeye dahi cesaret edemiyordu. Ben bu teklif üzerine kendilerinden düşünmek için izin istedim.

 

DEV-SOL’UN ÖLÜM LİSTESİNDE’YDİM

 

Çünkü bölgede çok zor günler yaşanıyordu. Üniversitelerde 1980 müdahalesinden önce sağ sol çatışmaları ve terör olayları vardı. Bizde sol gruplara göre faşist olarak görülüyor, hatta solun önemli örgütlerinden Dev-Sol’un infaz listesinde yer alıyorduk Ordu Valisi Kemal Yazıcıoğlu o yıllarda Ankara Emniyet Müdürlüğü 1. Şubenin Başkanıydı. Bir gün telefonum çaldı. Telefonda arayan ülkücü öğrencilerimizden Fikret’di ve ‘Hocam sizi biz korumak istiyoruz’ diyordu. Ben de kendisine ‘Bizde kendi kendimizi koruruz’ diyerek teşekkür ettim. Ertesi gün İçişleri Bakanlığına gittim, Kemal Beyle görüştüm. Polis Enstitüsünde de 8 yıl hocalık yaptım; 3 binin üzerinde örgencim vardı. Şimdi onların pek çoğu emekli olmak üzere… Koruma olarak evimize bir bekçi elimize de Kırıkkale bir tabanca verdiler. Yatarken tabancayı yastığımızın altına koyuyorduk. Kapının arkasına da destekleri yığıyorduk. Mart 1980’di… 12 Eylül 1980’de ihtilal oldu, saat 4’e telefon geldi. Ankara Valisi ‘ihtilal oldu geçmiş olsun, ordu idareye el koydu çok şükür’ diyordu. Diyarbakır Dicle Üniversitesi’ne atamam gündeme geldiği zaman ise durumu aileme sordum. Eşim de ‘sen bilirsin’ dedi. Önemli bir görevdi, vatan hizmeti yapacaktık. Ben de İhsan Doğramacı Bey’e ‘hocam maddi manevi sorunlarımın çözümünde bana yardımcı olacaksanız, bu görevi kabul ediyorum ama bir şartım var. Burada 5 sene kalamam, üniversiteyi düzeltirim ondan sonra da Ankara’ya dönerim’ dedim. Hoca da ‘Sen hukukçusun, oraya bir de Hukuk Fakültesi açarız’ diyerek beni teşvik etti. Gerçekten Diyarbakır’a Hukuk Fakültesi bu dönemde açıldı.

 

‘KEFENİMİ DE YANIMDA GETİRDİM’

 

2 Ağustos 1982’de Van Rektörü Hakkı Atun, Kemal Yamak Paşa’ya uğra demişti. Uğradım… Paşam da bu görevin vatan borcu olduğunu söyledi. Prof. Hakkı Atun Bey ile köklü dostluklarımız hâsıl oldu, bu dostluk hala devam ediyor. Paşayı ziyaret esnasında çayımızı içerken istihbaratçı bir yüzbaşı, paşanın yanına geldi. Kendisine bir kâğıt getirdi, paşa kâğıdı okudu sonra o kâğıdı bana verdi. Kâğıtta ‘Yeni rektör üniversiteye atandı, bunun için hafta başından itibaren pasif ve aktif eylemler başlatılacak’ diyordu. O sırada 1.Milliyetçi Cephe döneminde Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet Gazetesinde ‘kim kimdir?’ yazı dizi çıkmıştı. Bu yazı da o yazı dizisinden alınmıştı. Oysa Uğur Mumcu da hukukçuydu. Ben 1. Milliyetçi Cephe döneminde müsteşarlık yapmamıştım. Uğur Mumcu da okuldan arkadaşımdı… Bir alt dönemde asistanımdı ama kendisiyle görüş farklılığımız vardı. Ben o dönemde müsteşarlık değil, hukuk danışmanlığı yapmıştım. Danışmanlık sırasında da ‘Osmanlıda tarım reformu’ tez alanımdı, onun çalışmasını yapmıştım. Bu kâğıdı okuduktan sonra ‘Paşam hiç endişe etmeyin, buraya gelirken de çok tehdit mektupları ve telefonları aldım. Kefenimi yanımda getirdim, niyetim halisane. Bölge halkına hizmet etmek istiyorum. Devletle halk arasında köprü olmak istiyorum, üniversiteyi halkın hizmetine sunan insan olacağım’ dedim. Paşa güler bir yüzle benim evde değil,  orduevinde kalmamı istedi. Gerçekten 6 ay ordu evinde kaldım. Ama işe çok hızlı başladık, bir ay içerisinde Tıp Fakültesi’ni baştan aşağıya yeniledik. Sağlık hizmetiyle halkın güvenini kazanmalıydım; bu çok isabetli bir teşhis idi. Tıp fakültesini düzelttik, halka sağlık taramaları başlattık. Diyarbakır’da Bağlar semti vardı. Hoca kadrosunu genişlettik, 60 yeni öğretim üyesi aldık.

 

ACİLDE YERLER KAN GÖLÜ

 

Bir gün biri bana ‘Hocam gece Tıp Fakültesi Hastanesi’nin halini bir görün’ dedi. Genel sekreteri yanıma alarak gece saat 3’te hastaneye gittik. Bundan bir gün önce de beyin cerrahisinde bir asistanı evinde kurşunlayarak öldürmüşlerdi. O asistanın evi de hastane kampusüne 15 kilometre mesafede idi.  Bize de Kemal Yazıcıoğlu iki koruma vermişti. Gece yarısı saat 3’te hastaneye gittik. Bol yıldızlı mehtaplı bir gökyüzü vardı. Hastanenin kapısındaki görüntü ise tam bir yürekler acısı idi. Kapının azgına karyola atılmış, görevli bahçede yatıyordu, acilde yerler kan gölüne dönmüştü.  İçerden tavla sesi geliyordu, nöbetçi doktor ile hemşire tavla oynuyordu. Acilde ise hastaların feryat ve figanları ortalığı birbirine katıyordu. Ben bu manzarayı gözlerimle gördüm. Tıp fakültesi 11 katlı, koridor uzunluğu 21 kilometre olan çok büyük bir binaydı. O gece saat 3’ten sabah 6’ya kadar burayı dolaştık. Sorumsuzluk, disiplinsizlik, ihmal, gayri ciddilik hepsini gördüm. Hastaneyi ıslah etmeye başladık, gerçek anlamda halka hizmet etmeye layık olmaya çalıştık. Cihaz takviyesi yaptık, kendimizi halkın hizmetine verdik. Hastanenin eski hali halk arasında Dallas dizisine çıkmıştı. 3 ay sora Milliyet Gazetesinin Bölge Müdürü Ertuğrul Pirinçoğlu ‘Rektörü Diyarbakır’a atanan şu anda iktidar olan MHP’nin yanlısı olarak görmüştük ancak objektif, adil, dinamik, tarafsız, ideal anlayışı ile taze kan’ diye manşet atmıştı.

 

‘BEYNİNİ DAĞITACAĞIZ CUNTANIN ADAMI!’

 

Tabii burada ilk günlerimiz çok zor geçti. Sürekli olarak ‘Beynini dağıtacağız cuntanın adamı’ gibi mektuplar alıyordum. Ama oraya gidişimizin 6. ayında artık kahvelerde bizim yaptığımız çalışmalar olumlu olarak konuşulmaya başlanmıştı. Vali Abdülkadir Karacan’a da bu konuda bilgi verilmiş. Bir gün bana ‘Senin için çok güzel şeyler söylüyorlar. Seni bize Allah mı gönderdi?’ diyordu. Yargıtay’da Diyarbakırlı üyeler protokolün ileri gelenlerine onlar da soruyormuş. Onlar da  ‘Vallahi adam bizden değil ama adam öyle bir çalışıyor ki Allah bize böylesini 40 yılda bir şans verdi’ diyorlarmış. 26 Ekim 1984’te üniversitelerarası kurul toplantısını Diyarbakır’da yaptık. Cafer Tayyar Sadıklar da vardı. Toplantı sırasında Cafer Tayyar Sadıklar ‘Duyuyorum ki Hacettepe’yi de geçmişiniz’ dedi. İhsan Doğramacı’da ‘Bizim tayin ettiğimiz rektörler işte böyle hoca’ diyor ve ekliyordu  ‘İki sene önce Halil Beye paspal kız gibi teslim ettiğimiz yeri şimdi gelinlik kız gibi teslim alıyoruz’. Bu arada bana ‘Konya’da şiddet ile sana ihtiyacımız var. Seni Konya’ya alacağız’ diyordu.

 

REKTÖRLÜĞÜN YERİ

 

Ankara’ya dönmeden Konya ’ya dönüyordum. Merhum Erol Güngör’ün ölümünden sonra ve Süleyman Beyin rektörlüğe atanmasının ardından Konya’da bazı problemler yaşanmış. Ben o zaman kendi kendime ‘Eyvah şimdi başka sorunlu yeni bir yere gidiyorum’ diye düşündüm. 8 Kasım günü tayinim Konya’ya, Selçuk Üniversitesine yapılmıştı. Televizyon ile durum duyurulmadan önce hoca bana telefon etmişti. 15 Kasım günü Konya’ya gelmiştim. Rektörlük binasın nerede olduğunu sordum. İstasyon Caddesi’nde bir zücaciye dükkânı ile kahvenin üstünde binanın birinci katında DDY sendikasının olduğu yerde üniversitenin rektörlük tabelasını görüverdim. ‘Ben nereden nereye geldim? Keşke Diyarbakır’da kalsaydım’ diye düşündüm. Daha sonra Muhacir Pazarı’nda Çocuk Esirgeme Kurumu’nun binasında rektör vekili Hümeyra Hanımla görüştük. Sonra Kız Sanat Yüksek Okulu’nun bulunduğu tarihi güzel bina (bugünkü rektörlük binasını)yı gördüm. Kendisine “burayı rektörlük yapalım” dedim. Hemen bana karşı çıktı ‘Hocam burada 500 öğrencimiz var’ dedi. Ben de kendisine ‘Rektörlük üniversitenin beyni, Eğitim Fakültesi’nin oraya Kız Sanat Okulu geçecek. Bugün gidiyorum. Diyarbakır’a veda edip döndüğümde bu okul oraya taşınmış olsun” dedim. Ve 27 Kasım günü Konya’dan ayrıldım.

 

VEDA TÖRENİ 10 GÜN SÜRDÜ

 

Diyarbakır’da veda törenleri 10 gün devam etti ve bitmedi. Herkesin gözü yaşlı idi üniversite dışında bütün halkın katıldığı uğurlama törenleri oldu. Bunları düşündüğüm zaman hala tüylerim diken diken oluyor. Uğurlama töreninde halk 200’ün üzerinde araba ile beni Diyarbakır’dan Urfa’ya kadar getirdi. Diyarbakır Urfa arası 200 kilometre. Burada yemekler yendi. Ve 10-15 araba ile bu kez Gaziantep’e gelindi. Bizi Vali Abdülkadir Bey burada misafir etti. Rahmetli Nurettin Ersin Paşa da vardı. Bir grup buradan gerisin geriye döndü. Hala dostlarımız bize “şimdi halk Diyarbakırlı sizi tanır hemşerisi gibi de sizi sorarlar oralarda iz bıraktınız” derler. Biz orada son derece mutlu olduk.

 

KENAN PAŞA İKNA EDİLMİŞ

 

Tabii bazı şeyleri sonradan öğrendim. Kenan Evren Paşa’nın Konya’ya gelişinde tıp fakültesinin temeli atılacakmış. Helikopter ile Konya’ ya gelmekte olan Kenan Evren Paşa’nın yanında bulunan Tenekeci Paşa, Kenan Paşa’yı sıkıştırmış. Benim Konya’ ya atanmamı istemiş. Hatta Sayın Doğramacı, Tenekeci Paşa’ya ‘Sana bir kopya vereyim Kenan Paşa onu bırakmaz, onun Diyarbakır’da kalmasını istiyor. O YÖK’ ün yüz akı’ demiş. Neyse Evren Paşa’nın karşılama töreninde rektör Süleyman Hoca oldukça uzun bir konuşma yapmış ama biraz fazla uzatmış konuşmayı. Daha sonra Kenan Paşa ve Doğramacı’ya o zaman Ziraat Fakültesi olarak kullanılan barakaları gezdirmek istemiş. Kenan Paşa da kızmış ve ‘Dışı ne ki içini gezelim’ demiş. Yine Uşak’taki bir temel atma ve açılış töreninde Tenekeci Paşa Kenan Paşa’ya “Konya’da üniversitede çok sorunlar var” diye ısrar edince Kenan Paşa ‘Diyarbakır rektörünü kopyalayıp sana mı verelim o çocuk bize lazım’ demiş.

 

KONYA MÜBAREK BİR YER

 

Konya’da hayatımın beşte birini geçirdim. 43 yaşımda Konya’ya geldim. 54 yaşında ise Konya’dan ayrıldım. 11.5 yıl burada görev yaptım. Herkesin hayatında dönüm noktası olmuştur. Benim de, ailemin de Selçuk Üniversitesi bir dönüm noktası oldu, bir eser bıraktık. Vicdan huzuru ile çok mutlu olduk. Konya’ya gelirken şimdi sanki kendi evimize gelir gibi hatta buralardan hiç ayrılmamış gibi geliyoruz. Kendimi öz be öz Konyalı gibi görüyorum. Beni mecliste bile Konya milletvekili olarak biliyorlardı. Konya ile özdeşleşmiş oldum. Konya’yı tanıyordum. Konya mübarek bir yer, müstesna bir merkez. Konya’ya hizmet edenler hizmeti Allah rızası için yapılan bir görev olarak görürler. Ben de bu görevi huzur içinde yaptım. Bunun şahidi gazeteci olarak da sizlersiniz. Sabah 7.30’da görevimin başında olurdum. İlk zamanlar beni 7.30’da makamımda görenler gözlerine inanamıyorlardı. Özel kalem gelmeden ben makama geliyordum. Göreve başladığım zaman yeni tespitler yaptık.

Selçuk Üniversitesi’nde çok güzel mücadeleler verdik. 1987 yılında öğretmen ve öğrencilerimizle alt yapısı, yolu, suyu olmayan, şehrin 20 kilometre dışındaki yere bugünkü kampüsü kurduk. Sabah saat 7’de oralara gidip buralardaki inşaatları kontrol ediyordum.

 

ÜNİVERSİTE ŞEHRİN AHLAKINI BOZMAZ MI?

 

Bir gün genç gazeteci bir arkadaşım “hocam Üniversite Konya’nın ahlakını bozmaz mı? Genç erkekler genç kızlar Alaaddin’in çevresinde el ele dolaşıyorlar” diye bir soru sormuştu. Ben de o zaman o gazeteci arkadaşıma “Değer hükümleri zamanla değişecek. Üniversite Konya için ufuk” demiştim. Gelecek de ekonomik, sosyal kültürel yönden 3 buçuk yıl geçen görevimiz de öğrenci sayısı ile en büyük kampüsü herkes tarafından beğenilen, bilimsel çalışmaları ölçülemeyecek boyutta. Konya’ya büyük hedefler koyduk. Kültür maratonu başlattık. Siz gazeteciler üniversitenin programlarına yetişemiyoruz diyordunuz. Hatta aynı gazeteciler bana hocam niye bu kadar çok çalışıyorsunuz? diye soruyorlardı.  Siyaset zamanında da yine bana bu kez ‘Hocam niye Konya’dan aday olmadınız?’ diye sormuşlardı. 1995’in sonuna geldiğimizde basın toplantısında bir gazeteci arkadaşımız Konya için “çağdaş bir üniversite haline getirdiniz buranın önderliğini yaptınız. Selçuk Üniversitesi modelini yarattınız ama siz o üniversitenin şehrinden değil Mersinden aday oldunuz” demişti.

 

KONYA’DA ÇOK DEĞERLİ İNSANLARLA ÇALIŞTIM 

 

Konya’da görev yaparken birbirinden değerli insanlarla çalıştım. Mesela İmparator lakaplı Kemal Katıtaş, İhsan Dede, Necati Çetinkaya, Atilla Vural, Utku Acun, Emniyet Müdürleri Yahya Soy, Cemalettin Ertem, Zeynel Abidin Ayhan. Paşalardan Arif Eryılmaz Paşa, Hidayet Güngör Paşa, Mehmet Vural Paşa, Sadullah Özbakır Paşa, Cihan Faydalı Paşa, Mehmet Taşçı paşa, Zekai Altay Paşa, Özkan Öktuğ Paşa, Özkan Kaya Paşa… Sivil toplum kuruluşlarından da Ticaret Odası Başkanı Sayın Rahim Özkaymak, Ziraat Odası Başkanı Hamdi Küçükbezirci, Ahmet Ortakavak, Ali Kılınç, Bekir Duvarcı, Belediye Başkanlarından Sayın Ahmet Öksüz, ve Halil Ürün ile çalıştım.

 

TANSU HANIM YERİNE EŞİ ÖZER ÇİLLER İLE KARŞILAŞTIM

 

YÖK’te 1991’de yeni bir düzenleme yapılmıştı. Demirel-İnönü SHP-DYP ortaklığı vardı. 1982’den sonra en uzun dönem rektörlük yapan kişi benim. 13.5 yıl rektörlük yaptım. İki ayrı üniversitede rektörlük yapan yine tek rektör benim. Siyasi tekliflerde DYP-ANAP konusunda kararsız kaldım. Rektörlükten sonra siyasetin zorluklarını biliyordum. DYP ve ANAP arasında teklifler ve baskılar arasında karsızdım. Üzerimde o kadar çok baskı vardı ki. DYP Genel Başkan Yardımcısı Necmettin Cevheri beni çağırdı. Odaya girdik. Ve bana ‘5 saat tutuklusun, tamam demeden buradan çıkamazsın’ dedi. Kendisi Urfa’dan ve Diyarbakır’dan beni tanıyordu. Kendisine ‘hayır’ demenin zorluğu ve mahcubiyeti içerisindeydim. ‘İzin verirseniz bir de Sayın Genel Başkan Tansu Hanım ile son bir kez görüşeyim’ dedim. Çünkü bu tekliflerini bir de kendisinin ağzından duymak istiyordum. Belki yarın bana ‘Ben size böyle bir söz vermedim’ diyebilirdi. Şeytanın avukatı olarak kendisine soralım dedim. Bunun üzerine ertesi gün sabah saat 10’da Tansu Hanımın konutunda buluşmak üzere randevulaştık.. Sabah saat tam 10’da konuta gittiğim zaman odaya Tansu hanımın yerine eşi Özer Çiller geldi elinde listeler vardı. Ben bu manzaradan hoşlanmadım. Tansu Hanımla görüşemeden konuttan ayrıldım.

 

TÜRK SİYASETİNİN YENİ YÜZÜ

 

Bu kez ANAP’lılar beni Mesut Yılmaz’a götürdüler. Beni Mesut Bey karşıladı. Bizzat bana kelime, kelime ‘Halil Bey biz sizi aramızda görmeyi çok istiyoruz’ dedi. Bu arada Türkeş Bey de “Halil bey gelsin istediği ilden 1. sırayı kendisine verin” demişti. Bu arada MHP’nin de ittifak yapma durumu vardı. İttifak olmazsa MHP’nin baraj altında kalacağı görülüyordu. Bu kuvvetli bir ihtimaldi. Tekrar Konya’ya geldim, gece saat 12’de Mesut Yılmaz tekrar aradı. “Sizi Türk siyasetinin yeni yüzü yeni soluğu olarak görüyoruz” dedi. Teşekkür ettim. Ancak bunun benim için çok yanlış bir tercih olduğunu maalesef daha sonra anladım. Daha sonraki zamanda Yılmaz’ın bizzat ‘sır ortağım’ dediği Rüştü Kazım Yücelen de Mersin’den aday oldu.

 

BENİ YILMAZ’A RAKİP GÖSTERDİLER

 

Halka yaptığım bir konuşmayı Mesut Bey’e etkili konuşmalarla hep benim aleyhimde lanse ettiler. O zaman bir araştırma yaptırmıştım. Aday olduktan sonra bu araştırma Mersin’in yedi ilçesi 97 köyünü kapsadı. Şunu anlattık “Partiniz ne olursa olsun Halil Cin aday olursa oyunuzu partinize değil de Halil Cin’e verir misiniz?” diye sorduk. Ankette yüzde 15 “partime değil Halil Cin’e veririm” çıktı. Bu siyasette yüzde olarak çok büyük bir oran idi. Seçim öncesinde Mersin’de ANAP 4. parti idi. Seçimden sonra ise Mersin’den 1. parti çıktı. Ama hep Mut’ta halka hitaben yaptığım konuşmayı önüme getirdiler. Mesut Bey’i de bu konuşma ile kandırdılar. Oysa ben Mut’ta halka hitap ederken ‘Bakın Türkiye’de Isparta Süleyman Demirel’i, Malatya Özal’ı, Rize Mesut Yılmaz’ı çıkarttı. Siz de Mersin olarak bize sahip çıkın’ diyerek bütün partililerden oylarını almak istemiştim. Ama bu konuşmamı saptırarak parti içinde beni hep Mesut Yılmaz’a karşı Genel Başkan adayı imişim gibi göstermeye çalıştılar. Ve en sonunda da bunda başarılı oldular. Oysa bu insanlar ülkenin kaderinde ağırlık koymuşlar ve bu ağırlıkların da kendi illerinden alarak kendi illerini kalkındırmışlardı. Ben bunu söylemiştim. Genel başkan da benim bu konuşmamın hata olduğu kanaatine vardı. Kabine oluşturulurken, ilk hükümet kurulurken Mesut Yılmaz beni kabineye almadı, bakan olamadım.

 

BÜYÜK HATA OLDUĞUNU ANLADIM

 

Oysa ben siyasete girerken çıtayı çok yükseğe koymuştum, bu konuşmamın maksadını Sayın Genel Başkana defalarca anlattım. Ama siyasette çıtayı bu kadar yüksek koymanın doğru olmadığını da gördüm. Ben siyasete adım atarken neden Genel Başkana rakip olayım, partim için azami oyu zaten almıştım. ANAP’ın profesör vekili idim. Rektörlüğü unuttum. Siyasete hizmet için gelmiştim, köşe dönmece, para pul kazanmak, rant elde etmek ya da emekli olmak için siyasete girmemiştim. Üniversiteden istifa edip siyasete girmiştik, zaman içinde büyük karamsarlığa düştüm. O zaman en büyük hatamı yaptığımı anladım, pişmanlıklar orada başladı “niye milletvekili seçilmiştik?” Meclise geldik Genel Başkana kapı kulu olmamız gerekiyordu, ben bunu karakter olarak yapamazdım. Parti çalışmalarına başlarken hataları düzeltmek istedim. Grupta dikkatleri çektim. Mesut Yılmaz’ın eşi bir gün eşime  ‘Grupta çok konuşma yapmasın muhalefet olarak görülüyor’ demiş bu benim için ilk şoktu.

 

TÜRKEŞİN DAVET VE PİŞMANLIĞIM

 

Türkeş Bey’den randevu alarak bir gün konutuna gitmiştim. Beni ayakta kollarını açarak karşıladı ve ‘Halil Bey, bizim parti sizin eviniz ne zaman isterseniz buyurun’ demişti. Fakülte birinci sınıf öğrencisi iken Türkeş, Gülnar’a gelmişti. O zaman belli bir ideolojim yoktu vatan sevgisinden başka. Türkeş Bey gerçekten üniversite hocalarını çok severdi, zarif insandı, aile dostuydu, dürüstü, uzun yıllar dostluğumuz sürdü. Bana ‘mutsuz olduğunu duyuyorum istediğiniz zaman yuvanıza dönebilirsiniz’ dedi. Siyasette pişmanlık duyduğum konulardan biri de budur. Türkeş’in davetine icabet etmekte geç kalmış oldum. Mesut Yılmaz benim Türkeş’le görüştüğümü öğrenmiş. Bunun üzerine kendisine ‘Kusura bakmayın ANAP’ ta mutsuzum bana komisyon başkanlıklarını bile çok gördünüz. Dışişleri komisyon başkanlığını vermediniz, Milli Eğitim Komisyonuna bile zorla üye yaptınız. Oysa ben komisyon başkanlığını istiyordum. Parti adına konuşma yapmama söz vermiyorsunuz. İlkokul mezunu adamlar konuşma yapıyorlar. Size zarar vermedim, sizin izninizi almadan sizin uygun görmediğiniz işleri yapmadım’ dedim. Yılmaz bana ‘ Hiçbir yere kıpırdama MHP ile iyi ilişkiler kurmamız lazım. Sana şeref, namus sözü veriyorum ikinci dönem için ikinci sıra senin, sana söz veriyorum. Bu söz başbakan sözü Rüştü Mersin’den aday olmayacak’ dedi. Türkeş ile birlikte Adana Osmaniye’de belediye seçimlerinde karşılaştık. Kollarını açtı ‘Gel seninle buradan gökyüzünü göreyim’ dedi. Hala en çok üzüldüğüm onun samimi davetine icabet etmemek oldu, onun partisinden milletvekili olamadım. Oysa bana yine ‘Partiye gel Türkiye genelinde Sheroton Otel’de bütün il başkanlarını toplayayım. Sana muhteşem bir tören yapayım’ demişti. Çankaya’da bürosu vardı. Orada bir buçuk saat sohbet etmiştik…

Türkeş gibi bir lider bir daha gelmez. Siyasette eli öpülecek bir insan. Aksini söylemek nankörlük olur. Erdemli’deki bir Türkmen şöleninde çadırda oturuyordu, yanına gitmiştim. En son görüşmemiz o zaman oldu. Bir gün Ankara’da rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığını öğrendim. O gece saat 12 falandı. Oğlum Onursal bana telefon etti ‘Türkeş bey rahmetli oldu’ dedi. O anda elimdekiler kayıp yere düşmüş. Koşarak Bayındır Hastanesi’ne gittim. Ama geç kalmıştık.

 

ECEVİT: SİZİ KAZANAMADIK

 

1995 yılının sonu 1996 yılının ilk günlerindeydik. Yanılmıyorsam Ocak ayının 5 veya 6’sında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığım bir konuşmadan sonra Rahmetli Bülent Ecevit yerinden kalktı, yanıma kadar geldi, elimden tuttu ve ‘Halil bey hayırlı olsun biz sizi kazanamadık buna çok üzülüyorum’ demişti. Çünkü biz Selçuk Üniversitesi’nde rektör iken Sayın Ecevit’i konuşma yapmak için Konya’ya getirmiştik. Kendisi ile o yıllardan bu yana tanışıyorduk. Yine mecliste gündem dışı ‘Milli kimliğimiz’ konulu bir konuşma yapmıştım. 20 metre ileride bulunan Süleyman Bey yanıma geldi ve beni tebrik etti.

BAHÇELİ: BAŞBUĞUN TEVECCÜHÜ

BİZİM İÇİN VASİYET HÜKMENDEDİR

Devlet Bahçeli ve oğlu Tuğrul Türkeş, MHP’ ye Genel Başkanlığa aday olmuşlardı. Tuğrul Beyin yardımcısı en yakınındaki bir kişi telefon etti. “Ben aday olacağım” dedi “peki” dedim. Devlet Bey’e tebrike gittim. Bana “Hocam rahmetli Başbuğumuz sizi çok severdi. Bunu en iyi bilen benim. Onun teveccühü bizim için vasiyet hükmündedir. Yerine getirelim” dedi. Ancak daha sonra enteresan gelişmeler oldu ve Devlet Bey “Hocam siz daha önce gelseydiniz partide çok daha değişik şeyler olabilirdi” dedi.

 

MESUT YILMAZ İLE SON GÖRÜŞMEMİZ

 

Mesut Yılmaz çağırmıştı, gittim. Bana ‘Hayırlı olsun erken seçim kararı alındı’ dedi. Siyasette 3 yıl olmuştu. Ben durumumu sorunca ‘Mersin’den 2. sıra için söz verdik. Siyasette verilen söz bende her zaman geçerlidir. Ayıp ediyorsun Halil Bey sen bana güvenmiyor musun? 2. sıra yerin garanti Rüştü Mersin’den girmeyecek. Bunu 10 defa söyledim. Buralarda durma git parti çalışmalarına başla’ dedi. “Peki” dedim, 2.5 ay çalıştım… Bu arada DYP’den transfer teklifi yapıldı. Güneydoğu’dan ve doğudan partide ağırlığı olan isimler üniversitedeki çalışmalarımızdan dolayı beni partilerine çağırıyorlardı. ‘Diyarbakır’dan gel seni liste başı yapalım’ diyorlardı. Mehmet Ali Yavuz da ısrarla DYP’ye çağırıyordu. Ben parti değiştirmeyi Türkiye’nin gidişatında şahsiyetime yakıştırmadım. Halbuki benim MHP ile organik bağım olmuştu. Milliyetçi-Atatürkçü, inançlı, çağdaş, muhafazakâr bir insandım. Siyasette şansın rolü önemli, şans benden yana gitmedi. Siyaset milli ilkeler prensibine göre yürümüyor. Toplum şartlarını iyi takip etmek, insanı iyi tahlil etmek gerekiyor. Adam yüzüne “40 yıllık CHP’liyim Halil Cin adaysa oyum ona” diyor. Adam bu lafı söylüyor. ANAP merkezi memleketinizden sizi aday göstermiyor. Bana Mesut Yılmaz ile ilgili pek çok şey söylediler. Rahim Bey on defa yirmi defa bunu bana söyledi. Ve Mesut Yılmaz’la son görüşmemiz böyle oldu. Listeler ilan edildi. 14.30 gibi durumu öğrendim. Sıralamada yoktum. ANAP Genel Merkezine gittim. Özel Kalem Müdürü Fatih Beye Mesut Beyle görüşmek istediğimi söyledim. “İçeride Cumhur Bey ve Turgut Yılmaz var” dedi ve bana “hocam siyaset uzun soluklu” dedi. 15-20 dakika geçti. Fatih beye tekrar söyledim ve ‘eğer beni içeri almazsanız kapıya tekme vurup gireceğim’ dedim. Bu sefer beni içeriye aldılar. Tabii şimdi burada konuşulmaması gereken konuşmalar geçti. Bana “Bu parti menfaati için” dedi. “Nedir pati menfaati?”  diye sordum. Kendisi de ‘Sen seçim bölgende vatandaşlarınla ilgilenmemişsin’ dedi. Ben de ‘buna kargalar güler siz araştırma yapsaydınız orada en çok kimin sevildiğini kimin sayıldığını araştırsaydınız ilk üçte olurdum’ dedim. “Siz bana hayatımın en mutsuz anlarını yaşattınız günümün zamanımın yüzde doksan beşini seçmenin işiyle uğraşmakla geçirdim. Gece yarsı “kamyonum arızalandı çekici gönder” diyenler oldu 3.5 yılımın yarısını Mersin’de geçirdim. Sevilen adamım sizin söylediklerinize kargalar güler. Size okumuş bilgili adamlar değil ….  birileri gibi adamlar lazım. İkincisi ben sizin evinize geldim, 12’de siz bana söz verdiniz. Üçüncüsü Mersin’de bazı yerlerin para ile satıldığını isim isim bana söylediler. Ben gene bunlara sessiz kaldım” dedim. Mesut Yılmaz bana “Yav siyaset sadece milletvekili olarak mı yapılır” dedi. Yine hoş olmayan konuşmaların ardından ben ‘Hayatımın en büyük hatasını yaptım’ dedim ve çıktım.

 

MECLİSTE KÜSKÜNLER OYLAMASI YAPILAMADI

 

Daha sonra herkesin bildiği gibi 220 milletvekili ile mecliste küskünler harekâtı başladı. Buna CHP’liler de destek veriyordu. Deniz Bey nedendir bilinmez daha sonraları bu konuda ilk baştaki ağırlığını sonunda koymadı. Küskünler grubunun sözcüsü bendim. Genel kurulda bir konuşma yaptım, bu konuşmamdan dolayı çok tebrik aldım. ‘Yeni bir lider çıkıyor. Şimdiye kadar neredeydin?’ diye soranlar, konuşmalar oldu. Küskünlerle ilgili çalışmalarımız sürerken tam sonuç alınacağı zaman oylamaya geçilecekti. Mesut Yılmaz bile oylamaya katılmak için Siirt’ten gelmişti. Oturama ara verilmişti. O zaman başkan da Yasin Hatipoğlu idi. Hüsamettin Özkan Başbakan Yardımcısı, Başkan Hatipoğlu’na bir haber getirdi. Kulise girdim. 2-3 dakika sonra Hüsamettin Özkan ne dedi ise Yasin Hatipoğlu oylama yaptırmadı ve bu işte sonuçlanmış oldu.

 

RAPORU YAZAN ADAM BÜROMA ÇIKTI GELDİ

 

Bir gün bir adam beni aradı açık adresini telefonun verdi. ‘Bende belgeler var hocam emekli bir astsubayım sizinle gelip görüşmek istiyorum elinizi öpmek helalleşmek istiyorum’ dedi. Adam büroma çıktı geldi. Adamın anlattıklarına göre ANAP’ta bence bilinen bir isim (adam söylemiş ama Halil Hoca ismi söylemedi) kendisine rapor hazırlatmış. Bu adam da milletvekilleri hakkında rapor yazmış getirmiş. Bu adam yazdığı raporda Halil Cin halka inemedi gibi cümlelerle yazmış ve bu adama bugün benim tarafımdan ismi bilinene ANAP’taki milletvekili ve bilinen insan tarafından …. bin lira para vaat edilmiş. Bu paranın karşılığında da kendisine çek verilmiş. Ancak çekin karşılığı çıkmamış. Aradan geçen zaman içersinde de adam çeki de getirdi, bana verdi ve o milletvekili ile işbirliğini anlattı. Siyasetin kalite kaybettiğini, yozlaştığını gördüm.

 

SİYASETTEN REKTÖRLÜĞE ZORUNLU GEÇİŞ

 

Daha sonra baktık bu iş bize göre değil. Zaten pişmanlığım ilk anlarda belli olmuştu. Bunun üzerine siyasetten rektörlüğe zorunlu bir geçiş yaptık. Daha sonra eşimle birlikte Mersin’e geldim. Çağ Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesini kurduk. 7 sene burada dekanlık yaptım. 2006 sonbaharından bu yana da Ufuk Üniversitesi’nde derslere giriyorum.