Secde eden kavak ve Allıpınar efsanesi

Secde eden kavak ve Allıpınar efsanesi

Eskiden köylerin en belirgin noktalarıydı çeşmeler… Şimdi her evin bir çeşmesi, bir pınarı var… Var ama her evden bir efsane çıkmaz..

İsmail DETSELİ

 

Allıpınar…

Allımahalle…

Allıkavak…

Bu deyimler benim köyüm olan Gilistra, yani şimdi ismi Gökyurt olan köyde halen bazıları unutulmuş bazıları ise halen geçerli olan bir hazin efsanenin parçaları olarak kullanılır…

Bu hikâye yaşanmış olması itibari ile veya anlatımı ile çok duygusal, çok hazin, çok da merak edilen bir hikâyedir. Şimdi bu pınar nasıl Allı Pınar olmuş, isterseniz bunu anlatalım…

Bizim köyümüzde halen sürdürülmekte olan bazı giyim kuşam gelenekleri, yiyip içecek gelenekleri, değişik çalışma gelenekleri vardır. Bunlardan en ilginç olanı bir eve yeni gelin olarak gelen bir hanımın en az üç ay olmak üzere başına kırmızı bir eşarp bağlanır… Herkesin anlaması için buna eşarp dedim ama benim yöremin ve yakın köylülerin dilinde bu has al tabir ettiğimiz başörtüsüdür.

Bizim köy ve civar köylerde hatta Anadolu köylerinde kadınlar asla başları açık olmazlar, bu bir gelenek ve görenektir. İşte bundandır ki önce çalık denilen bir siyah bez, kare şeklinde etrafı basmakalıplarla süslenmek sureti ile şekillenmiş bir eşarpla bağlanır başlar. Bu bağlamanın da özelliği vardır. Köşelerden katlanarak üçken şekline getirilen bu başörtüsü Boğazının altından alınarak bir tarafı sağa bir tarafı sola alınan çalığın uçları tam başın tepesinde birleştirilip bağlanır. Ve onun üzerine örtü denilen hanımların yaş durumlarına göre az süslü, çok süslü, hatta içi dolu tabiri ile hürriyet tabir edilen ikinci bir örtüyü de başına örttükten sonra, omuzlarını kavrayıp da arkasından belinden şalvarının sonuna kadar uzayan bir bez ile de örtülür.

Bunları anlattıktan sonra gelelim hürriyet (hürüyet) yazmasına…Örtüler genelde düğün ve bayramlarda çok kullanılır, içi dolu denmesi de sadece kenarlardan süslü değil her tarafında çeşitli gül ve yapraklar ile süslü olmasındandır.

Yeni gelin gelen kızın gelmeden kulak üstündeki saçlarından bir kısım ta ayaklarına kadar inen uzun saçlarından ayrılıp uçları kesilir ve kıvrılarak geline has olan kare kırmızı başörtüsü veya eşarp -siz nasıl isterseniz adlandırınız- o kırmızı bezin başı tamamen sıkıca sarar ve yanakların kenarından uçları hafifçe dışarı salınır, buna da zilif (zülüf) denir. İşte zilif ak gerdana dökülür gelir aman vay gelir türküsü bunu adlandırır. Burada biraz da eski Konya ve köy giysilerinden ve kullanılan kumaş çeşitlerinden söz etmede yarar var ki gençler bu günün değerini daha iyi anlasınlar hikâyeyi daha iyi anlayalım derim.

1950’Lİ YILLARDAKİ GİYİM

Bundan yıllarca önceki giyim ve elbiseler üzerine siz değerli okurlarıma bilgiler verip dünü hatırlatmaya çalışacağım. Ne derece başarılı olurum bilmem.

Değerli okurlarım bundan 55-56 sene önce bizler, yani dağ köylülerinin ne gibi elbiseler ve ayakkabılar giydiğini sizlere şöyle izaha çalışayım.

ERKEK GİYİMİ: Belden yukarımızda bir basit bezden dikilmiş yakasız gömlek, altımızda bir kadı biçimi yani iki tarafı da kullanmaya müsait bir tarafı eskir veya dizleri yıpranırsa önünü ardına çevirerek giyilen moriskin tabir edilen sert ve parlak bir kumaştan dikilmiş pantolon. Önüne ve arkasına fermuar yerine basit telden yapılmış ve kilte adı verilen birkaç tane basitçe kıvrılmış tel. Belimizin bağlandığı yerde bir ilik ve düğmeden oluşan bir don, bu donlara kemer takılırdı, şalvar da denirdi. Bazıları ise aynı dondan diktirir ve kemerinde kırmızı bir bez ile ağ tabir edilen ve içinden uçkur geçirerek belimize sıkıca bağlanan bir don üzerine yine aynı kumaştan yapılmış bir ceket, dış giysi olarak bunların yanında mutlaka yelek de bulunurdu.

Gömleğe mintan veya enteri (entari) denirdi, bu ceketin altına giyilen ceket ve yelekten önceki giysi ilk yıllarda genelde yakasız bir ilik düğme ile yakayı tam saran belimizin ta aşağısına kadar inen bir dış gömleği (mintan)… Gelelim iç çamaşırlarına, en altta yani çıplak bedene ilk giyilen amerikan kaput bezinden yapılmış tam göbekten omuzlara kadar ‘v’ yaka, kollar bileklere kadar, etekler diz altına kadar, oldukça geniş bu iç gömleği (bugünün atleti). Kaput bezine zam falan gelirse eski adamlar şöyle derdi: “Ulen Ahmet, Amerika’nın arşını bahalanmış.” “Kaç lira olmuş heç sordun mu?” “Sordum emmi”, “kaç lira?” “İkibuçuk lira.” “Annah desene bundan soğna dizden aşağı göynek giyemeyeceğiz ağalar vah vah…” Sohbet böyle uzar giderdi…

İç donu yani bugünkü külot belden uçkurlu veya lastikli, çok geniş aynı dışına giydiğimiz don gibi bacakları bileklere kadar kavrayan o da maliken denen Amerikan kaput bezinden yapılmış bir giysi.

Moriskin, Maliken, Gökdimi, Kara dimi…

Tarla sattıran, çiçekli bir pazen veya basma…

Don göynek, Mintan cübbe, Şalvar, Çulaki kumaş seyrek çul dokumasından alınmış basit erkek şalvarı olarak dikilirdi…

Depme pantolon, keçe gibi depilerek üretilen ve sıcak tutan kıl veya yün tepmesi…

Süvari pantolonu bacakta ayak bileğine kadar düğmeli olurdu, dizlerin kenarında çıkıntılı kulaklar olurdu. Depmeden, kumaştan haba veya ceket Karadimiden (siyah basit bir dokuma) veya benzerinden yelek mutlaka olurdu…

Her insanın belinde 3-4 hatta 5 metre uzunluğunda yünden özel dokunmuş kuşak, bu kuşak zamanın insanlarına cep vazifesi de görürdü. elindeki tütün tabakasının çakmağını hatta para kesesini bile bu kuşağın içine koyup saklarlardı. Frenk göyneği, yakalı gömleğe denirdi…

İç göyneği malikenden atlet yerine iç donu o da malikenden dikilmiş, belden ya uçkurla ya da lastikle belimizden ta diz kapaklarımızın altına kadar inerdi.

Yün çorap,  eskimiş elbise artıklarından analarımızın diktiği başa giyilen takke, şehirden aldığımız kasket, bizim yeni yetiştiğimiz yıllarda gizli gizli fes giyenler de çoktu… Hatta kadınlar başörtülerinin altına mutlaka fes giyerdi. Ayrıca elde yünden tiftikten örme takkeler vardı.

Kadınlarda kolcak olurdu; kollarına takılan kol yenleri kirlenmesin diye…

Tulumbacı papuç, Sille papucu ( kara lastik) basit deriden yapılmış çarık, altı kabaralı şipidik yüzü rugan deri altı kösele (adı parlavuk şipidik idi çok zengin giysisiydi)... Postal  (bu da mest gibi ayağı bileklerden kavrayan altı kabaralı bir ayakkabı idi) ökçeli ve düz mest cizlavet denilen lastik ile giyilirdi.

KADIN GİYİMİ:  Gayet güzel ve vücut hatlarını, göğüs ve kalçalarını gizleyen don ve cübbe denen üst işlikten oluşurdu. Düğün için özel yapılmış şalvarlar, cübbe tabir edilen işlikler olurdu. Bunların da değişik adları vardı. Bazı şalvarlara ak don, al bizarlı, kıl takım, kadife takım, allı meydanî, belden yukarıdaki ilik veya cübbeye tarla sattıran derlerdi ki, bu en kıymetli kumaştan olurdu. Başa örtünen çalık tabir edilen siyak etrafı baskı ile işlenmiş eşarp, onun üstüne beyaz ve içi süslü örtü tabir edilen dikdörtgen bi güzel örtü, eğer düğün için giyilirse onların da üstüne daha geniş ve Ege tarafında erkelerin ve kadınların başlarında poşu olarak yaygın kullandığı sarıya çalan dokuma bir örtü vardı… Ona bizim köylerde hatta Konya’da Hicaz üstlüğü derlerdi. Erkek giysileri Konya ilçe ve köylerinde pak fazla bir değişiklik arz etmezdi, belki şehirdeki beylerin kumaşı biraz değerli olur ama dikiliş biçimleri aynı sayılırdı. Genelde kadınların giysileri yöresel değişiklikler arz eder, şehirlerin varoşlarında köy, kasaba ve ilçelerde şalvar ve üzerine giyilen çok yerlerde işlik, çok yerlerde cübbe, bazı yerlerde mintan tabir edilen giysilerde değişiklik olurdu. Dağ köylerinde kadınlar daha çok soğuktan dolayı iç uzun malikenden (beyaz basit Amerikan bezi) dikilmiş gömlek üzerine bir de pamuklu entari denen ve boyun tamamını kaplayan kollu astarla yüzü arazına ince pamuk döşenmiş bir giysiye pamuk entari denirdi ki bu çok yaygındı. Ova köylerinde kadınlar bu işlik ve cübbe denen üst giysinin üzerine başka bir kollu giysi daha yaptırırlar, önünden sağdan sola tamamen kapalı yalnız düğme yerine sağdan sola bir bezden yapılmış özel ip ile bağlanan bir giysi, o da gündelik elbisenin kirlenmememsi içindi… Bu halen ova köylerinin kadınlarında yaygın giysidir. Dağ köylerinde ise kadınlar yöre yöre giysi ve başörtüsü kullanırlar. Örneğin Beyşehir-Ilgın tarafı birbirine daha yakın giysi giyerken Seydişehir ile Selçuklu’nun bir kısmı Akören-Bozkır-Hadim-Taşkent, Meram’ın bazı köylerinde genelde Seydişehir ve İnlice-Sefaköy kadınları bellerine şalvarın içine ve üst giysinin dışında olmak kaydıyla bir kaba kumaştan kuşak sararlardı. Ve bayanlar başlarına bağladıkları ve başörtüsü veya baş çalık tabir edilen eşarplarını, kırmızı veya bal rengi bir bezden kullanmayı tercih ederlerdi ki bu sadece yöreye has bir başörtüsü ve bağlamasıdır.

GELELİM ALLIPINAR EFSANESİNE

Bizim köyümüz bundan evvelde defalarca yazdığım gibi 1950’li yıllarda tam 450-500 hane kadar büyük bir köydü. Hatta bakkalları ve diğer iş yerleri ile adeta civarın bir şehri gibiydi, çok da zengindi. Bu zenginliği ise İzmir, İstanbul ve Ankara gibi yerlerde birçok köylümüzün çalışıp tekrar köyüne dönmesindendi.

Bu arada civarda nam salmış büyük bilgili imamları, 6 tane cami ve mescidi, 17 tane bilinen misafir odaları ile de hem maddi hem de manevi yönü ile çok değerli bir köydü.

Bunun için gerek hanımlarında gerekse beylerinde manevi duygu ve okumak çok hassastı.

İşte böyle bir olgudan sonra gelelim Allıkavak hikâyesine.

Benim de yetiştiğim yıllarda köyün tam girişinde 100 metre kadar uzaklıkta bir çeşme vardı, ismine Allıpınar denirdi. Aslında köyün birçok çeşmesi vardı köye hizmet eden ama öbürleri bu bizim Allıpınar’a nazaran daha köyün içlerinde idi. Ama bu Allıpınar biraz daha köy dışında sayılırdı… Bu çeşmenin önünde bir çeşme ayağında akan suyu toplayan bir göl, çeşmenin altıda da birçok bahçeler vardı. Bu çeşmenin suyundan dolan göl sabah akşam bahçe sahipleri tarafından salınır, meyve-sebzeler sulanır, güzel de verim alınırdı.

Ayrıca ben de hatırlıyorum; bu gölün başında iki veya üç tane çok uzun olan selvi-kavak ağaçları vardı. Bu çeşme 1955’te filan sanırım daha köye yakın sayılan Allı Mahalle’nin tam ortasına getirildi. Burası da tam bizim evimizin on metre kadar önüne yapıldı. Yine Allıpınar dendi. Ama esas Allıpınar denmesinin sebebini şimdi anlatacağım sizlere.

Büyüklerimizden dinlediğimiz efsaneye göre bu pınarın olduğu mevki esasen Irgaslı, yüğ arkası bahçe devrengi, kerhane yöresi bahçeler dibi gibi adlar ile bilinirken sonradan nasıl Allıpınar, Allı Mahalle veya Allı Mahalle devrengi olmuş. Devrek demek de ayrı bir anlatım ister; efendim bizim köyümüz bir hüyük etrafında kurulmuş çok eski bir yerleşim alanıdır…  Hatta köydeki eski mağaraların üzerine kurulduğu için köyün altında eski tarihlere ve yaşamlara ait bir yeraltı şehri olduğu söylenmektedir. Onun için bu köye giriş olarak adlandırılan beş ayrı girişin dördüne Devrek adı verilmiştir. Devrek kelimesinin ne olduğunu bir türlü bulamadım; bilen var ise lütfen beni aydınlatsın.

İşte köye çıkış yollarındaki Devrekler doğu yönünden çıkışta mezarlı devrengi…

Güneyden çıkışta bıyık devrengi… Kuzeyden iki çıkıştan biri Allı Mahalle diğeri ise Başpınar devrengi olarak bilinir. Ayrıca Paul önü denilen bahçeler tarafındaki çıkışa ise kral yolu denir.

Yine biz konumuz olan efsaneye yani Allıpınar/Allıkavak/Allı Mahalle hikâyesine dönelim. Belki yüzyıllar önce köyümüzün bu mahallesine bir yeni gelin gelir… Evin bulaşık, yemek, banyo, çamaşır her türlü temizlik işlerinin bu adı geçen pınardan taşınması gerekir… Onun için bundan 55 yıl önceleri de bu yöntem uygulanırdı… Bir evin kadını-kızı-gelini akşama kadar birkaç kere sırtında büyük büyük su testilerini arkalıç denen bir özel dokunmuş çulu sırtına yerleştirir, güzelce örülerek hazırlanmış testi ipi diye adlandırılan bir örme süsülü ip ile sırtına iki testi eline de iki testi veya bakır güğüm alır… Onları doldurup evine yerleştirir, gelen misafirler ve bulaşık banyo işleri o sularla yapılırdı. Şimdi çeşmeler de insanlar da modernleşti, su ihtiyacı evlere alınmış olan çeşmelerden gideriliyor. Ben şunları çok iyi hatırlarım: kışın o karlı buzlu günlerinde o vefakâr cefakar analarımız sırtlarında düşe kalka suları evlerine taşırlardı.

Yine anlatımı uzattık.

İşte bu yeni gelen gelin hanım gece sular ihtiyaçtan harcanıp bitince sabah kayınvalideye mahcup olmamak için sabah namaz vaktinde bu çeşmenin yolunu tutar. Yörenin, mahallenin zaten acemisidir… İlk geldiği gece veya ikinci üçüncü gecedir. Ama gelin takva sahibi, imanı bütün bir aile evladıdır. Tam çeşmeden testileri doldurup geri dönecekken sabah ezanı okunmaya başlar. Gelin bir abdest alır, namazını orada eda etmek ister. Namaza durur tam secdeye varacağında yanı başında bir gürültü ve hışırtı olur… Namazını bitirince bakar ki o çeşme başında bulunan üç tane selvi kavak ağacı boyları en az 30 metreden yüksek onlar da yere secde etmişler, namaz kılar vaziyetteler. Güzel gelin bu durumu görüntülemek ister ama imkânsızdır… Gidip kocasına haber vermek ve kavak ağaçlarını durumunu gösteremek ister… Onu da belki ben gidince kalkarlar da buna kimseyi inandıramam diye düşünür… Başındaki o kırmızı bez parçasını (yani al tabir edilen başörtüsü) çıkarıp kavakların en uzun olanının uç dalına bağlar. Testisini omzuna alıp eve gelir, kocasına der ki: “Beğim beğim kalk bir mucize oldu, pınarın başındaki kavaklar benimle secdeye vardı”. Adam tabi inanmaz ama gelin ısrarla bunun olduğunu söyler ve sabah bütün köylü bu hikâyeyi duyar ve koşarlar çeşme başına… Bakarlar ki kızın ifade ettiği nişane doğru, kavağın tam zirvesinde. Bütün köyün cesur ve çevik insanları bu kavağın tepesine çıkmak ve o alı oradan almak ister ama bunu beceremezler ve o kavağa çıkamazlar. Ondan sonra bu pınara Allıpınar, kavağa Allıkavak, mahalleye de Allı Mahalle denir. Ve halen de öyle denmektedir… Çeşme sonra yerinden kaldırılıp köyün içersine doğru alındı ama yine getirildiği yerde de adı Allıpınar’dır. Allıpınar. Başapınar. Tuztaşı Pınarı. Aşağı Mahalle Büyük Cami Pınarı, salkım söğütlü pınarlarımız vardı… Şimdi herkesin evinde ve ahırında bile bir pınarı var. Saygılarımla…