Muhabbet dili mi, nefret dili mi?

Bizler kendi dünyalarımızın, “kendi gerçekliklerimizin” tek doğru olduğuna o kadar çok inandırılmışız ki, başkalarının haklı olabileceğine hiç mi hiç ihtimal vermiyoruz.

Öyle ki, her birimiz kendi yolumuzun en doğru olduğunu söyleyerek kendi değerlerimizin de en doğru olduğuna kesin iman etmiş bir şekilde karşımızdakini dinlemekten aciziz.

Başkaları bizim düşüncelerimizin karşısındaysa “farklı düşünüyorlardır”, diye bir düşünce geliştirmekten ziyade karşımızdakini sorgusuz sualsiz “düşman” gören bir anlayışla hareket ediyoruz.

“İnsanlar birbirini anlayamıyorlar, iletişim sıkıntısı yaşanıyor” diyerek bu işin içinden çıkabilir, üzerimizden bunu atabiliriz.

Ancak burada bizim karşı karşıya olduğumuz durum “anlayamamak”tan ziyade “anlayışsızlık”…

En büyük sorun ve asıl tehlike insanların birbirini anlamıyorlar olması değil, “birbirini anlamak istemiyorlar” olmasıdır...

Daha önce az da olsa var olan “gönül köprülerinin” son zamanlarda yaşanan bu süreçle birlikte yerle yeksan olmasıdır…

Birilerinin “ben” ve “öteki” olarak toplumu ikiye bölmesi, bundan nemalanmak istemesidir…

Bugün “Muhabbet dilinden uzaklaşan, nefret diline koşan” bir toplumsal yapı, siyasi çekişmelerin örgüsüyle daha da güçleniyor ve bütün toplumu maalesef sarıyor.

Karşımızdaki en büyük tehlike bu nefret dilinin dalga dalga yayılıyor olması …

“Karşı kamplarda yer alarak kendilerini mutlu hisseden” bir toplumsal yapının giderek hepimizin üzerine kabus gibi çökmesi…

Birbirini anlamak istemeyen bütün kesimler tarafından “ötekileşmenin”, “farklılaşmanın” bir “ayrıcalık” gibi kutsanması…

Bu gerçekten çok rahatsız edici ve gelecek için kaygı verici bir durum.

Bu toplumsal iklim bana 80 öncesini hatırlatıyor…

80 öncesinde de karşı taraflar vardı ve kimse kimseyle konuşamıyor, hatta konuşmak istemiyordu.
Çevresel faktörlerin de etkisiyle konuşarak değil, çatışarak kendilerini gerçekleştirdiğini düşünen bir insan tipi oluşmuştu.

Çatışmak ilk önceleri kendini korumak saikiyle yapılmış olsa da sonraları “bir yaşam biçimi” halini almıştı.

Bu yaşam biçiminin neredeyse bütün şehirlerde kendini göstermesi, bütün toplumsal, siyasal, sosyal örgütlenme biçimlerinde hakim olmaya başlaması da Türkiye’yi dönülmez bir yola sokmuştu.

O zaman yöneticiler bu yapıyı görememişler, bir kısmı gördüğü halde kayıtsız kalmış ve sonunda bir ihtilalın “olgunlaşması”nın zemini hazırlanmıştı.

Bu darbenin tek sorumlularını sokakta çatışan “gençlere”e bağlamak oldukça safdillik ve acımasızlık olur. O sokaktaki gençler sadece bir sonuçtu.

Çünkü o gençler adaletsiz bir dünyayı daha adil yapacaklarına samimi olarak inanıyorlardı…

Kötü olan bu işin asıl faillerinin, "Our Boys Did It (Bizim çocuklar yaptı)" diyen perde gerisindeki büyük güçlerin böyle bir derdi yoktu.

Büyük güçler büyük düşler kuruyorlardı….

Bu olayların bu raddeye gelmesinde kimler ne kazanmıştı, ne kaybetmişti ona baktığımızda bu gerçekliği de bütün çıplaklığıyla görürüz.

80 öncesinde bazı siyasetçisi, bürokrat, işadamı, sanatçısı, gazeteci 80 sonrasında neredeydi nereye yükseldi bunun izini sürmek bir “darbenin anatomisi”ni anlayabilmenin en sağlıklı yoludur.

Kimler iktidar sahibi oldu, güç sahibi oldu, kimler Mamaklarda, Ulucanlarda işkenceler gördü, kimler idam sehpalarına yürüdü…

Kimlerin ocaklarına ateş düştü, kimlerin ocakları mal mülkle doldu…

Bunları iyi görmek lazım..

Her darbenin sonunda kim nerede, ne iş tutmuş, hangi makamlara getirilmiş, hangi siyaset hakim olmaya başlamış, ne tür ilişkiler içinde yer almış, söylemlerinde neler değişmiş, kimler gerçekten mağdur, kimler mağrur olmuş, kimler neleri kazanmış, kimler neleri kaybetmiş, ülkede hangi transformasyon gerçekleşmiş, toplum nasıl düşünmeye, dönüştürülmeye başlanmış bunların ciddi bir şekilde analizinin yapıldığını pek sanmıyorum.

Sağ-sol çatışması diyerek geçiştirilen kolaycı yorumların da darbelerin başka bir enformatik yanı olduğunu görmek gerekiyor.

Ve her şeyden önce bu darbelerden “gerçek anlamda” kimler nemalanmış onu tam olarak görebildiğimizde gerçekçi analizleri de yapabilmiş oluruz.

12 Eylül üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen herkes kendi zaviyesinden olaylara baktığı için, kendi doğrularına bir halel gelmesin diyerek, hep darbenin bir yanını ele almaktadır. En büyük yanılgı da bu olmaktadır.

Tıpkı gözleri görmeyen birinin fili tanımlaması gibi.

Şimdiki siyasal, toplumsal yapının durumu da maalesef böyle.

Sadece kendi zaviyesinden bakarak kimse gerçek anlamda “darbe karşıtıyım” diyemez ve “darbelerle mücadele etmiş olmaz”, mücadele ettiğini söylese de bunun toplumun tamamında bir karşılığı olmaz.

Hoşgörü kültürünü geliştirmediğimiz, birbirimizi anlamaktan kaçtığımız müddetçe, farklılıklarımızı “ayrıcalık” olarak birbirimize dayattığımız sürece bu tip tehlikelere, toplumsal yapıyı demokrasinin rayından çıkaracak, huzurumuzu kaçıracak girişimlere kapı aralanır.

Buna fırsat vermemek ise bizim elimizde…

Biraz hoşgörü ve kendimizi karşısındakinin yerine koymak, biraz da izan…

Önceki ve Sonraki Yazılar