Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

‘Melâl’i anlamayanlara dün de âşina değildik; bugün de

Şimdi, BEKİR ELAM HOCA’yı daha iyi anlıyorum.

Ah, şimdi olsa; bir gizemli “Biçcimez Akşamı’nda, Molla Hazretleri”nin, “garadakım misafir odası”nda bir çaydanlık etrafında halka olsak. Ama, onu, serin bir eylül sabahı, beyin kanaması Üçler’e götürdü.

 

“MAŞALLAH MEMED AĞA”NIN AHIR SEKİSİNE; AT KOKUSU ALMAYA

Bizim Selçuklu Eğitim Enstitüsü’nde Osmanlı Tarihi hocamızdı; Yeniçerilerin testiye kurşun atıp keçeye pala sallamalarını hep ondan öğrendik. Tek ayağının üstünde dönerek “Osmanlı Tokadı” atışını bir tarih dersinde izlemek ömre bedeldi.

Mehmet Özkürkçüler, anlatır. “Hoca atları severdi, atlara sevdalıydı. Bunaldığı geceler gelir, beni Biçcimez’den alır, Eski Garaj’ın oralarda hanlara giderdik; ahır sekilerinde otururduk. O gecelerin geç saatleri Bekir Hoca’nın en mutlu saatleriydi. At üstüne yârenliklerle sabah edilirdi.

Bir gün gece yarısı geldi, Biçcimez’e. Hayrola Hoca dedim. “Hadi çabuk giyin, Maşallah Memed Ağa Karaköse’den at getirmiş. Gidip at kokusu alalım” dedi. “Güçlü, alımlı atları seyretmeye doyamaz; kuyruklarından asılır, kalçalarına bir şaplak indirirdi. Böyle huzur bulur, keyfi böyle yerine gelirdi”.

Bekir Elam Hoca, hocalığı da, müdürlüğü de “Şad olası hanedeki “evlâd-ı âyal için” yaptı. O, at kokusu alırken, at yârenliği yaparken serâpa mutlu oluyordu. Hikmetinden sual olunmaz; genlerinden mi geliyordu bu sevda?

“Türbeönü”nde, Sedirler’e gidilen yolun başlangıcında, sol yanda bir “Arabacılar Kahvesi” vardı. Onlarca ‘körük’, günün her saatinde önünde birikir; atlar nefes alır, arabacılar dinlenirdi. Bilirsiniz herhalde; Konyalı “fayton”a “körük” der.

Selçuk Eğitim’de dersler biter bitmez Bekir Hoca ile Mehmet Özkürkçüler “Arabacı Kahvesi”nde soluğu alırlar. Artık at üstüne, araba üstüne ne yârenlikler, ne yârenlikler. “Tevâtür hikâyeleri”, ardı ardına ulanan çaylar, gece yarılarına kadar.            

Şimdi, şu yaşımda Bekir Hoca’yı daha iyi anlıyorum. Arabacılar Kahvesi’nde, eski hanlarda, ahır sekilerinde atlarla birlikte nefes aldığı saatler onun yaşadığı saatlermiş; gerisi lâfı güzafmış.

 

MATBAACILARDA MAKİNE

ŞAKIRTISI, MÜREKKEP KOKUSU

İki gün önce Matbaacılar Sitesi’ndeydim. Bir matbaanın giriş kapısını açar açmaz öyle âşina olduğum bir koku püskürdü ki yüzüme. Otomatik Haydarberg çift renkli baskı makinasının âşinası olduğum homurtusu öyle bir doldu ki kulaklarıma. Yanımdaki matbaa sahibi silindi; yıllar zembereği boşanan bir saat gibi taa başa sardı, elli beş yılı...

Şimdi yerinde yeller esen “Eski Müze Caddesi”nde, “bir tuhaf kafa”nın târümar ettiği “Üzüm Pazarı”na bitişik, “Azim Matbaası”...

Şimdi aylardan mayıs, yıllardan 2012 değil. Anlıyor musunuz? Şimdi, aylardan aralık, yıllardan 1958. Öz Demokrat Gazetesi basılıyor içeride, Tipo’da. Gaz, benzir, viyanik yağ, mürekkep, kâğıt kokusu nefesleri kesiyor. Bakın, bakın; gazetenin birinci sayfasında bir duyuru. “Seyit Küçükbezirci Yakında Gazetemizde” diyor. “Bağımlılığım”ın miladı, başlangıç tarihi. “Onulmaz bir sevdaya düçâr” oluşumun başlangıcı.

Yıllarca, sabahlara kadar soğuk “Gazete İdarehaneleri”nde; zor nefes alınan matbaa bodrumlarında hep “O koku”, yani “Mürekkep Kokusu” yaşama sevinci verdi bana. Şaptan da şekerden de boyumun ölçüsünü alıp depresyon lâbirentlerine yuvarlandığım yıllarda hep “O koku”ya, hep “O makine şakırtıları”na tutundum.

On yıl geçmişti, bir gazete baskısını seyretmeyeli; on yıl geçmişti insanın genzini yakan “mürekkep kokusu”nu bu kadar yakından duymalı… Unuttuğumu sanıyordum. Lafmış meğer. Beynim siler gibi olmuş; ama gönlüm ve duyularım içten içe hep “o koku”, “şakırtı” ile iç içeymiş.

Ömürlerini milyonlarca harfi dizmeye; basıldıktan sonra da milyonlarca harfi yerlerine koymaya adamış “Sermürettipler” gözlüklerinin üstünden “muzavı, muzavı” bakar, bıyık altından gülümser; “Mürekkep kokusunu teneşir paklar” derlerdi.

 

KİMİ PARA PUL; KİMİ VİLLA MİLLA; KİMİ SAZ CAZ; KİMİ BİR SEVDA UĞRUNA VERİR GEÇER ÖMÜR DENEN ŞEYİ

“Tutku” nedir; “Sevda” nedir; “Bağımlılık” nedir; “Müptelâ” olmak nedir? Ham ervah anlamaz bunları. Orhan Veli diyor ki: Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerin kifayetsiz olduğunu, bu derde düşmeden önce.

Kelimeler her zaman kifâyetsiz, bir tutkuyu, bir bağımlılığı tam olarak izah etmek için dünya bu.. dedikleri gibi; “..Var, biraz da sen oyalan”

Kimi para pul, kimi villa milla, kimi saz caz; kimi bir sevda uğruna verir geçer ömür denilen şeyi. Sonuç aynı, hepsi eşitlenir bir “hiç”te…

Verir geçer de, deler de geçer. Razıdır buna, “Müptelâ” olan.

“Müptelâ” olunacaksa olunur; çiçeğe “niye açıyorsun” denir mi, kuşa “neye uçuyorsun” denir mi?

Fuzuli; “Şeb-i yeldâyı müneccim, muvakkit ne bilir?/Müptelâyı gâma sor kim geceler kaç saat” diyor.

 

GÜN GELİR HERŞEY ASLINA DÖNER; GEÇTİ DENEN NE VARSA NÜKSETMEK İÇİN BEKLER

Matbaacılar Çarşısı. İki gün önce. Dev otomatik Haydarberg, kapıyor ham kâğıdı gazete olarak çıkarıyor ağzından.

Elli dört yıl önce “müptelâ”sı olduğum “mürekkep kokusu” yitmiştir beynimde, benliğimde derken ansızın nüksetti.

“O koku”yu devamlı solumak için, bir gazete, bir matbaa sahibi olmak için maden peşinde dağlara vurmuştum yolumu. Konya bozkırlarında, binlerce dönüm üstünde tarımdı marımdı diye imkân aramıştım; mürekkebe dönmemi sağlayacak imkân olmadı. “Hikmetinden sual olunmaz”.

Rahmetli, büyük tarihçi Bekir Elam’ı daha iyi anlıyorum, şimdi. Bir “tutku”ya tutunup şapı da şekeri de boş vermeyi anlıyorum. Anlamayana uğurlar olsun.

 

“MELÂLİ ANLAMAYAN NESLE, ÂŞİNA DEĞİLİZ…”

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.