Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

İnsan, eşya, mekân, şehir..

İnsan, eşya, mekân, şehir; asıl unutulunca ölür

 

  • Köy çapında, kent çapında, ülke çapında muhteşem bir sahne… Sürekli doluyor, sürekli boşalıyor… Sürekli yeni aktörler geliyor; sürekli nefesi kesilen aktörler sahneyi terk ediyor… Bir muhteşem hem de o kadar saçma oyun; dursuz, duraksız sahnede… Herkes senarist, herkes rejisör, herkes oyuncu, herkes figüran…
  • Bakınız, bir zamanlar, bu dursuz/duraksız oyunun sahnelerinden birçoğu, oyuncularından birçoğu yok artık. Acaba sahne mekânlar gidince mi oyuncular gidiyor? Acaba oyuncular gidince sahne mekânları da mı gidiyor?
  • Acaba insan mekânları ile mi insan? Mekânlar insanları ile mi mekân?

 

 “BENİM SİNEMALARIM” YOK ARTIK… ŞEN OLASIN HALEP ŞEHRİ                          

Bir süredir düşünürüm bunları: Eski insanları ararım; mekânlarındalar mı diye… Aaa, mekânları da yok… Eski mekânları ararım; aaa insanları da yok…

Cumartesileri kapısının önündeki reklam tahtalarına asılan onlarca siyah/beyaz resmi seyretmek için kuyruklar oluşturulan Yeni Sinema yok… Ceylani’nin Yeni Sineması olmayınca; “Otuz iki kısım tekmili birden” Zoro filmleri de yok; Tarzan filmleri de yok… Öpüşmelerin yüzlerce ıslıkla kutlandığı, “kötü oğlan”a yüzlerce ağızdan ana/avrat sövmeler de yok… Yalnız Yeni Sinema mı yok? Onun önünde içeri girebilmek için kapıları zorlayanlar, filmin yarısında yarı fiyatına girenler de yok. Ya mekân önden gidiliyor, insan arkasından; ya insan önden gidiyor, “mekân” arkasından…

 

                                                           ***         ***        ***

Cumartesileri 1. kısım salonundan bulunmakla hava atılan, gurur duyulan; locaları kiralamakla sınıf atlandığı sanılan Şahin Sineması gideli uzun yıllar oldu… Salonundaki, balkonundaki suretlerimizi de, yüzbinlerce “suret”i de yıktı ağır iş makinaları, Şahin Sineması’nı yıkarken. Yüzlerinin ciddiyetinden heyecanlar geçirilen gişe memurlarını; afili ve de havalı bilet kontrol memurları artık 60’larını yaşayanların hafızalarında. Ne gür kaşlarının üstünden bakan Kemal Uluşahin var, ne daima zarif Refet Uluşahin.

 

 “NEBİ DAYI ÜNİVERSİTESİ”NİN SON MEZUNLARI DA BİR BİR GİDERKEN…

Nebi Dayı Üniversitesi çoktan kapandı… Üstüne milyon ton ağırlığında dev binalar oturtularak öldürüldü… Şahin Oteli’nin batı ucunda; herkesin dostu, herkesin ağabeyi, 2. Noter Kazım Ağa’nın can komşusu artık “hayalde, düşte”…

O insanı “muhabbete” çağıran ızgara et kokuları… O bir parfüm gibi çekici dostluklar… Akşamlar, “kareler basmaya başladığı zaman” medet umulan; “şişede durduğu gibi durmayan” meret… Nebi Dayı’nın bıyık altından gün yirmi dört saat gülüşü; ikindilerde sulanmış Sille kent taşının yükselen “taş buğusu”…

Nebi Dayı Üniversitesi’ne devam etmekle, tatlı gülümsemelerle gurur duyanlar… Dayı’nın mevsimine göre gök erik, ince badem salatalık ikramıyla mutlu olanlar… Garsonların adını söyleyip buyur etmesinden tarifsiz zevkler duyanlar… Bir “merhaba” ile “teklifsiz” çökülen, “buyur” denmesi bile beklenilmeyen masalar… Gideli çok oldu.

Nebi Dayı’nın Üniversitesi kapanmadı, yıkılmadı… O yıkıldı da “Karabiber’in Mekânı, Akşehirli’nin mekânı kaldı mı? Tekmil bir canım Arapoğlu, tekmil bir “Macır Bazarı” zamanın elinden kurtulamadı… Mekânlar insanlarını, insanlar mekânlarını izleyerek çekip gittiler…

“Çekip gittiler mi”, acaba geçip gittiler mi? İki söylem aynı sayılır; Neyzen’in sazı ıslık gibi gelenlere… “Geçip gitmek” ile “Çekip gitmek” arasında öyle büyük anlam farklılığı var ki… Bu mekânların ‘ya da’ bu mekânların insanlarının kimisi geçip gitti, kimisi çekip gitti…

“ÜZÜM BAZARI” NDAN, “GADINLAR BAZARI”NDAN “GARA DAKIM”IN SÜRGÜNÜ

 

  • Canım, canım “Üzüm Bazarı”; Konya toprağının sebzeleri, meyveleri ile insana sabahları yaşama sevinci veren “Kadınlar Bazarı” … “Üzüm Bazarı”nın yerinde anlamsız, çirkin, Konya iklimine yabancı, bina niyetine yapılmış bir yığıntı; “Kadınlar Bazarı”nın yerinde, üstü örtülü, “bazar”lıktan çıkmış bir seyyar satıcı pazarı… Pazarın eski sahipleri, “kadınlar”ı içeri bile sokmuyor, çığırtkan esnaflar.

Üzüm Pazarı artık tesettür, hurma, tesbih çarşısı. Kadınlar Pazarı metre metre paylaşılmış seyyar esnaf çarşısı… O tatların, o renklerin, o yaşama sevinci veren meyve kokularının yerinde yeller esiyor… Her şey yavan, her şey ruhsuz…

 

                                               ***      ***      ****

 

İKİNDİ “ZEVK AYAKLAMASI” YAPILAN CADDELER DE ARTIK MAZİDE GÖMÜLÜ…

 

  • Üstüne şiirler yazılan İstanbul Caddesi, her ikindi ayaklamaya çıkılan Alaeddin Caddesi; akşam trenleri karşılamaya çıkılan seyran yeri İstasyon Caddesi ve bir şehrin sevgilisi Dede Bahçesi var olmasına var ama, yalnız adlarıyla var. Ruhları, o ruhları anlayan insanları ile çekip gitmiş…

Bu caddelerde, bu mekânlarda çocukluğu, gençliği geçmiş biriyseniz eğer; gidin bakın oralara… Siz oralara yabancı, oralar size bir anlam ifade etmez… İnsan nasıl ölüyorsa madde de bir zaman sonra ölüyor…

  • Yaşatılmazsa kültür de ölüyor

Peki, kültürlerini, “hatırası olan mekanları” yaşatanlar yok mu dünyada?... Var, hem de öylesine bilinçli, öylesine saygılı, öylesine sevdalı… Dünyada yüzlerce tarihi kentte “anlamı” olan sokaklar, ruhu olan mekânlar, o şehre kimliğini kazandıran semtler korunuyor.

Konya’yı Konya yapan; Bursa’yı “Bursa” yapan ruh ve doku silindirlenerek ezilirse; yerinde milyonların kaynaştığı “köy kent”ler oluşur.

 

      Konya kadınının yüzyıllar boyu damıtılmış zevki “Eski İş” giysilerinde yansır

 

Selçukiler’den Osmanlılar’dan kalma dostluklar sarardı, “Fi tarihi”nin Meram Bağları’nı. İpek böcekleri koza olur, kozalar çözülmüş ipek… Uzun bahçe duvarlarına çakılan kazıklar üstünde onlarca metre ipek çözgüleri… Konya’nın “Boyalık” denilen kök boya tarlalarında yetiştirilen “Cehri”lerle boyanan ipekler, pamuk iplikle…

Kıl gibi iğnelerle, bir kadın ustanın altı ayda biriktirebildiği, ipek “Karınca mezar taşı oyaları”… Filize çemberlerin, karınca oyaların çevrelediği “Çember” bir çeşit eşarptır, Konya’da…

Soyunun zevkini, beğenisini, estetiğini, ağır kişiliğini, asil yaşama tarzını yansıtan “Kişilik”/özel gün entarileri… Mor ve bordo kadifeler üstüne altın rengi sim/sırma kabartma motifler bezenmiş “Eski İş”ler. Eski İş Konya kadınlığında törensel giysi demek… İl içine çıkılacak giysi demek…

Hind’den, Çin’den/Maçin’den gelen ağır kadifeler üstüne sim/sırma mıhlamalar kuşaktan kuşağa emanet edilir; kadife bohçalar içinde…  “Kamil Kadınlar”/yaşlı kadınlar, giymek isteyen gelinlerden hiç esirgemezler, bu kıymetli emaneti… Giydikten sonra, tertemiz iade ederler, başka gelinler de giysin diye…

Dutçuluğu, ipek dokumacılığı, iç çamaşır tezgâhları tarihin derinliklerinden gelen Konya kadın giysilerini görmek gerek. Mıhlamalar, kutnu’lar, Meydanîler, Alaca’lar, Saten Tilloş’lar; hala Konya gelinlerinin üstünde, görenleri zaman tünellerinden nice Konya yüzyıllarına taşır.

Konya giysilerindeki motifler, kumaş seçimi, dikim tekniği, renk kültürü; iğne oyaları, işlemeli peşkirler, kıvratma gömlekler, ev dolamaları, yaygılar Türk kadın zarifliğinin, Türk kadın duygusallığının göstergelerinden biri…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.