İKİ BEDEN TEK GÖLGE
29 Kasım 1244 tarihinde Konya’da kavuşan iki dostun anısına…
Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Doç.Dr. Nuri ŞİMŞEKLER 29 Kasım 1244 tarihinde Konya’da kavuşan iki dostun anısına… Memleket için yazdı:
İKİ BEDEN TEK GÖLGE
Hikâyeyi az-çok biliyoruz. Hz. Mevlâna aldığı eğitimlerden sonra babasının makamına geçmiş, medresesinde öğrencilerine ilim tahsili yaptırmakta. Ancak gece olup da tefekküre dalınca, öğrendiği ve öğrettiği zâhirî ilimlerden daha farklı bir ilmin hayalini kurmakta. İlm-i kâl ile öğrencilerine kulluk kapısını açmaya çalışırken, gönlünde iyiden iyiye yer eden ve bir türlü açılmayan ilm-i hâl kapısının anahtarını aramakta; kâl ile söylediklerini hâl ile hissetmeye çalışmakta.
Diğer tarafta ise, uzun süre aramasına rağmen, ne babasında, ne hocalarında, nede sıkça yaptığı seyahatlerde karşılaştığı kişilerde içindeki sorulara cevap verebilecek ve hâl dilinin şifrelerini çözecek bir kişiyi bulamayıp tekrar Tebriz’e dönen Şems-i Tebrizî.
Tebriz gecelerinde bir rüya…
Öyle bir rüya ki, ayrılığı vuslata bağlayan; öyle bir rüya ki, karanlıkta bir mum gibi Şems’in yolunu aydınlatan; öyle bir rüya ki, onu Tebriz’den alıp Konya’ya kadar sürükleyen… Ve öyle bir rüya ki, yatarken yaptığı; “Ey Rabbim! Kendi gizli velîlerinden benim sohbetime tahammül edecek birini karşıma çıkar” duasına, Anadolu’daki Mevlâna Celâleddin’i bulması için ilham verilen.
Günümüzden 770 yıl önce: 29 Kasım 1244
Kendisine ayna olacak bir dostun peşinde ülke ülke dolaştığı için “Uçan Şems” lâkabı takılan Şems, dostuna kavuşacağı Konya’ya ulaşıyor. Yılların yorgunluğundan kanatları güçsüz kalmış belki, ancak gönlü mânâ ile dolmuş. Ama artık yuvasını bulmuş, gönlündeki anahtarın kilidinin kimde olduğunu anlamış. Öyle ya sonraları; “Arayan ister yavaş gitsin ister hızlı sonunda aradığına kavuşur.” (Mevlâna, Mesnevî, III, 978). “Susuz kalan, su diye inler; su da susamış kişi nerede diye inler durur.” demeyecek miydi Mevlâna! (Mevlâna, Mesnevî, III, 978).
“Bir” olmuş iki can, aynı gölgeyi paylaşan iki beden:
“Gerçekte birdir benimle senin cânın
Hem ortadayız, hem gizli; oyunu bu devrânın
Hamlığımdan hâlâ ben ve sen diyorum
Ne sen kaldı, ne ben; onlar sadece bu dünyânın” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Rubâî No: 1566)
İki denizin kavuşmasından aylar sonra…
İki dost. Birbiriyle aynı “hâl”i yaşayan iki dost. Biri Tebriz’den Anadolu’ya sefer etmiş; diğeri “zâhir”den “bâtın”a terfi eylemiş. Biri ten kafesindeki canı bağışlamış, diğeri dersinden, öğrencisinden el çekmiş:
“Zâhid idim, şiirler söylettin bana
Meze ettin eğlence düşkünü insanlara
Vakarlı bir hâlde seccademde oturup dururken
Oyuncak ettin beni mahallenin çocuklarına”(Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Rubâî No: 1816)
Bir gölgede iki beden. Evin içinde dilsiz-dudaksız; diz dize gönül gönüle oturmuş iki beden. Dışarıda ise dillerinde dedikodu ve tehdit eksik olmayan ham kişiler.
Evin içinde iki ayrı bedende bir can olgunluğun zirvesine tırmanmakta. Dışarısı ise câhiliyye çukuruna inmeye çalışan insanlarla kaynamakta.
“Dediler: Eğer Şems buradan giderse
Şahımız Mevlâna bize kalır sadece
Eskiden olduğu gibi ondan feyizler alırız
Dilsiz dudaksız onun şekerlerinden tadarız” (Sultan Veled, Velednâme, s. 46)
Birkaç yıl sonra…
Uçan Şems cahiller yüzünden Şam’a kanat çırptı, ancak kilitli kapı henüz açılmamıştı. Sultan Veled babasının emriyle Şam’a sefer etti; anahtarın diğer parçasını yalınayak başıkabak getirdi. Mevlâna ise bu kavuşmayı şiirlerle kutluyordu:
“Dağdan tekrar çıka geldi, Hüsrev’im-Şirin’im benim
Tekrar beni hatırladı, canım, gönlüm, dînim benim
Aşkımdan, zevkimden tekrar tekrar Yâ-Sin sûresini okudum
Artık yüzüm gülmeye başladı; geldi sûre-i Yâ-Sin’im benim” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Gazel No: 2066)
Tekrar oturdu iki can suskunluk kilimine, ateş salmaktaydılar istekli gönüllere. Bazen rükûya kalktılar, bazen secdeye kapandılar; abdestlerini kanlı gözyaşlarıyla aldılar. Birbirlerini tanıdılar, birbirlerine sarıldılar; birbirleri vasıtasıyla “Bir”i anlamaya çalıştılar. “Bir” i anladılar, yeniden doğdular.
“Fenâ ikliminde yaşlı biri idim, gençleştirdi beni
Ölü biri idim, tekrar canlandırdı beni
Senin yolunda hep kaybolmaktan korkardım
Kaybolmam artık şimdi, iyice belirginleştirdi beni” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Rubâî No: 1814)
Bir müddet susmuştu ham diller; ancak aşkı henüz tatmamışlardı gönüller. Tövbeler ettiler, “hamlık ettik bağışlayın bizi” dediler; bundan sonra bir daha size isyan etmeyeceğiz, diye söz verdiler.
Tekrar iki beden sözlü-sözsüz sohbetlere daldılar; söylenmemiş, işitilmemiş sözler söyleyip, görülmemiş güzellikte inciler deldiler. Mâşûka ulaşmak için aşkın yolunda ilerlediler, karşılarına çıkan dikenleri görmezden geldiler.
Sonunda yol aşıldı, kapılar açıldı; hem Mevlâna’nın, hem Şems’in gönlü tazelendi. Aslında kapı da kalmamıştı; kapı da ne demek duvarlar bile yok olmuştu!
“Sevgili’nin âb-ı hayâtı ulaştı, dert kalmadı
Sevgili’yle buluşma bahçesinde bir diken bile kalmadı
Gönülden gönüle bir kapı vardır, derler
Kapı da nedir ki, ortada duvar bile kalmadı” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Rubâî No: 511)
Birkaç ay sonra…
Evet, Sevgili ile arada duvar kalmamıştı, ancak ham kişilerin dedikodusu âsumana yükselmişti. Verdikleri sözlerde durmamış, kıyl u kâlleri gönüllerine perde olmuştu. Berrak hâl denizine dalmak varken, akmadığı için kirlenmiş kâl su birikintisinde dalgıçlık yapmaya çalışıyorlardı. Mevlâna ise kendini şiire vermiş gazeller söylüyordu:
“Ey Allah’ım, bu kavuşmayı ayrılıkla sonlandırma
Aşk sarhoşlarının başını dertle yoğurma
Can bahçesini daima taze ve yeşil tut
Bu âşıklara ve bu bahçeye kötülük sokma
Sonbahar gelse de gönül dalına, gönül yaprağına uğramasın
Şu insanları miskin ve âsi kılma
Senin kuşunun yuvası olan şu ağacın
Dalını kırma, kuşunu uçurtma
Şu topluluğu birbirine düşürme, kendi mumunla aydınlat
Düşmanları ise kör et, asla mutlu kılma
Hırsızlar her ne kadar gündüze düşman olsalar da
Onların bu huylarını al, gönüllerini kırma
Bu halkamız yönelme kâbesidir
Artık ne diyeyim, ümit kâbesini yıkma
Bu çadır senin çadırındır ey Sevgili
Çadırın urganlarını birbirine dolaştırma
Dünyada ayrılıktan daha kötü başka bir şey yoktur
Her ne istiyorsan yap, fakat bize bunu yapma” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Gazel No: 2020)
Bir gece oturmuşlardı diz dize Mum ile Pervâne; Sevgili’den dem vuruyorlardı; hem canları hem gönülleri dîvâne. Mum kalktı aceleyle kapıya yöneldi; Pervâne şaştı, acep Mumun demek istediği neydi? Pervânenin dilinden o “an”ın şiiri dökülüyordu:
“Sen ve ben bir olmuşuz temiz Allah’ın aşkıyla
Muhalifler ise toplanmış her dâim kapımızda
Ben senin âkıbetini düşünüyorum, gözüme uyku girmiyor
Sen ise benim âkıbetim için dalmaktasın uykuya” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Rubâî No: 103)
Mum ise kendini verirken açık kapının rüzgârına şu cümleleri söylüyordu:
“Bu kez öyle bir gideceğim ki buralardan
Kimse bilmeyecek merak edecek, nerde bu adam?
Herkes peşime dönüp dolaşacak
Ancak kimse benden bir iz bulamayacak”(Sultan Veled, Velednâme, s. 46)
Evet, pervâne misal Mevlâna, Mumun peşine dönmüş dolaşmış, ondan bir iz bulamamıştı. Umudunu kesince de hem Mumun, hem Pervânenin kendisi olduğunu anlamış, hem yanmaya hem yakmaya başlamıştı. Şems’le ilgili “öldürüldü, kuyuya atıldı” gibi sözlere ise şu şiiriyle cevap veriyor, yüzyıllar sonunda bile “kesin olarak” cevaplanamayacak bir soru bırakıyordu geriye:
“O ebedî canlının öldüğünü kim söyledi?
O ümit güneşinin battığını kim söyledi?
(Sadece) o güneş düşmanı çatıya çıktı da
İki gözünü kapattı ve Şems öldü, dedi” (Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, Rubâî No: 806)