Her şeyin başı sağlık!

Aslında bugün edebiyattan bahsetmek istiyordum. Mesela Türk şiirinde neden artık sadece bireysel kaygılar ön plana çıkıyor, neden toplumsal duyarlılıklar şairlerin kalemine uğramıyor? Neden en güzel şiirler 20’li yaşlarda yazılır. Olgunluk şairi bitirir mi? Bazı şairler için neden “Keşke bu son şiirlerini yazmasaydı, keşke hep o ilk dizelerinde kalsaydı?” deriz. Ama bütün bunları başka bir yazıya saklamak zorundayım. Çünkü her şeyin başı sağlık!

Son zamanlarda sık sık tartışılan bir konu doktorların “zorunlu hizmet”i Tabibler Birliği ile hükümeti karşı karşıya getiren “zorunlu hizmet” meselesinde kimin haklı kimin haksız olduğuna dair karar mercii bizler değiliz Ama bilinen bir gerçek var ki, sağlık hizmetleri ne zorunlu hizmet  sayılan bölgelerde ne de ülkenin diğer yerlerinde yeterli değil. Hala insanlar hastanede kuyruklarda bekliyor, hala çoğu hastalara bir yıl sonraya gün veriliyor. Bunu hep sormuşumdur kendi kendime, bir yıl sonraya gün alan hastanın yarın ölmeyeceğini kim garanti edebilir. Bu nasıl bir mantıktır, nasıl bir sağlık anlayışıdır. Bu konuda kabahat kimindir? Doktorlarla, hastaları karşı karşıya getiren bu  bozuk düzeni iyileştirmek için neler yapılıyor ve neler yapılacaktır?

Tıp bir hizmet sektörü müdür, yoksa ticari bir alan mıdır? İnsan sağlığı kamusal alana mı girer, özel alana mı? Parası olmayanlar neden ikinci sınıf insan muamelesine tabii tutulur, pek çok yerde olduğu gibi hastanelerimizde de? Neden, erdem, ahlak, şefkat gibi değerlere en çok ihtiyaç duyduğumuz kurumlarda bunları görmekten uzağız? Neden, neden, neden….

Bu sualleri sorarken inanın kötü bir niyetim yok. Sadece hastanelerde gün bekleyen, ayağına takılacak platini illa ki belirli bir firmadan almak zorunda bırakılan hastaların çaresiz bakışlarını gördüğüm için soruyorum bu soruları. Şefkat ve merhameti özlediğim için soruyorum bu soruları…

Neyse, bu zor, biraz da can sıkan sualleri sorduktan sonra şimdi tıp tarihinde seyahat edelim biraz da. Çünkü benim de içim karardı sizin gibi bu satırları yazarken.

Tıp’ın gerçek babası Asklepios mudur, Hipokrat mı?

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Asklepios’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiş: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000’lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı da iddialar arasındadır. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli köşe taşlarından biridir.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates’dir.  M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

14 Mart 1827’de Türkiye’de ilk tıp okulu açılır

Türk tıbbının aslında  köklü bir geleneği var. İbni Sina gibi çok büyük  tıb adamları yetiştirmişiz. Ancak tıpta kurumsallaşma çok sonralara rastlar. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. O dönemde aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alınır ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.

İlk Tıp Bayramı 1919’da kutlanır

İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.

1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş...

Merhamet ve sevgi ordusu kuralım

Günümüzde ise yaşanan gerçeklere batkımızda, Türkiye’de Tıbbın değil ama sağlık sisteminin önemli problemleri olduğu görünmektedir. Türk Tıbbı bildiğim kadarıyla teknik olarak şu an Batı Tıbbından geride değildir. Hatta bir çok sahada sağlık turizmi şeklinde dışarıdan hastalarında gelindiği bilinmekte. Ancak sorun Türkiye’de genel bürokratik işlemlerin hala hizmeti yavaşlattığı, doktor sayısının ülke geneline dengesiz dağıldığı gerçeğidir. Sağlık hizmetinin yeterli ve verimli olmadığını her gün yaşanan bir vaciayla görebiliyoruz. Bunu aşmak için ise güçlü bir iradenin ortaya koyulması gerekiyor.

Bu iş dışarıdan ithal edilecek doktorlara çözülemeyecek kadar önemli bir sistem sorunudur. Devletin asli görevlerinden biri vatandaşının canını, sağlığını muhafazadır. Bunu unutmamak gerekir.   

Evet, doktorların ve sağlık camiasının maddi, manevi sorunlarına eğilelim, ancak onların yaptıkları bu kutsal mesleğin hakkını vermeleri için de üzerine düşen görevleri yapmalarını sağlayacak bir sistemi de kuralım. Özünde merhamet ve sevgi olan bir sağlık çalışanları ordusu kuralım mesela…

Tüm sağlık çalışanlarının 14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun…

Önceki ve Sonraki Yazılar