M. Faik Özdengül

M. Faik Özdengül

Hayal Avcıları

Esneyerek yanımdan geçti. Merdivenden aşağı inerken sendeledi. Selam verdiyse de duymadım.

Gece geçti. Gün ağardı. Nasıl geçtiyse. Herkesin gecesi kendince geçti. Benimki de kendimce. Gürültülüler sabah telaşındandı. Hancı her zamanki yerindeydi. Selam verip oturdum. Selamımı aldı. Etrafı seyre koyuldum bir yandan.

Düşündüm. Herkesin dünyası ne kadar farklı. Neyin peşindeler? Neyin peşindeyim? Neyin peşindeyiz? Bir yandan çorbalarını içerken telaşla konuşanlar, daha sabahın köründe öfkeyle yüzünü kızartanlar, sessizce içine gömülmüşler, iştahını erkenden kaybedip kaşıklarıyla oynayanlar, daha yok mu dercesine ağızla mide arasını kısaltanlar hepsi de biri birine ne kadar zıt görünüyor? Son söylediğimi sesli söylemişim. Hancı da söyledi:

Akıl, her sabah melek gibi o Levh-i Mahfuz’dan bir ders alır.

Yokluğu parmaksız olarak yazılmış yazılara bak; dünyaya dalanlar, o yazıların karartısına şaşırıp kalmışlar.

Herkes bir hayale kapılmış, bir bucağı eşmede. Biri bir define bulmak için bir bucağı kazmada;

Biri bir hayal peşine düşmüş, azamet sahibi olduğu halde dağlardaki madenlere yüz çevirmiş;

Öbürü, bir hayale düşmüş,  sıkıntılı uğraşmalarla, didişmelerle inci çıkarmak için denize yönelmiş.

Bir başkası papaz olmak için kiliseye kapanmış, bir başkası da hırs içinde ekine tarlaya düşmüş!

O yol kesen, kurtulduğunu hayal etmiş, bu ise hayalince bir hastaya merhem olmuş.

Biri peri çağırmaya koyulmuş, gönlünü aklını kaybetmiş, öbürü, yıldız bilgisine kapılıp nalını yıldızın üstüne koymuş.

Bu gidişler, içteki renk renk hayaller yüzünden dışarıda da birbirine aykırı görünür.

Bu ona bakıp ne yapıyor, ne iş işliyor diye hayrette. Bu şaraptan her tadan kişi, öbürünün yaptığını boş bulma da.

O hayaller birbirine aykırı olamasaydı görünen gidişler, nasıl olur da birbirine zıt olur, zıt görünürdü?

Hepsi de can kıblesini kaybetmişlerdir de onun için herkes, bir yana yüz çevirmiştir.(Mesnevi.5/317-328)

Yine mi? Yine mi hayal? Bir hayalin ardında bunca endişe. Aralarında tanıdıklarım da vardı. Geç vakitlere kadar gönlündekileri açacak, gönül mürekkebini saçacak, renk renk desenler, nakışlar işleyecek kağıt arayanlar, dillerine eş olacak kulak arayanlar, hepsinden bir parça dinledim durdum kaç günlerdir. Bunların hepsi mi hayal? Hissedilenler ne o zaman? Duygular. Bunca insanın hissettikleri. Bunaltıları, daraltıları, özlemleri, şikayetleri.

Hepsi de ağızlarına bir kaşık bal sürülmüş, serap görmüş, sonra da o serabın peşine düşüp yolunu kaybetmiş hayal avcıları dedi. O yüzden aykırı gibi görünen yönlerine bakıp şaşmamalı. Bu kadar basit olmamalı diyecektim ki, itirazımı hissetti. Kızmadı ancak:

Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk saçmıştır da,

Toprak, o sebeple coşmuştur; biz de o yüzden coştuk. Tanrım, pek isteksiz, pek tembel olduk, bir yudumcuk daha saç!

Caizse yokluktan feryat ediyor, yokluğu anlatmaya çalışıyorum. Caiz değilse işte sustum.(Mesnevi.5/390-392) dedi ve sustu. Haddimi aştığımı, akan çeşmeyi kapattığımı, şükürsüzlüğümü fark edip bu kez özür dileyen gözlerle baktım. Çocuğun anasının memesini ısırıp sütten olması gibi. Kendime öfke duydum. Kendim deyince, ben kendimin kim olduğunu merak ettim. Öfke duyduğum kendimse ben kimim? Buda mı serap? Peşinde koştuklarımız serapsa çölde olmalıydık. Herkesin bir serabı olmasa kim dayanır, kim durur, kim tahammül ederdi çöle? Bir an evvel kaçıp göçmek istemez miydik bu kuru çorak kum yığınından? Söylenenler yerini biraz bulmuştu şimdi. Özürüm daha anlamlı oldu söylenenler bende anlam kazanınca.

Bunaltılar, daraltılar, oflamalar, şikayetler, özlemler ulaşılması mümkün olmayan serabın peşinde koşmanın sonuçları. Akşama kadar elindeki çemberi çeviren çocuklar gibi, hava kararıp annesi eve çağırınca elde ne araba var ne de şoför. Gözyaşları varsa oyunu abartmış. Daha nice yollarım vardı çemberle aşacak diye feryat etmekte. Annesi çağırınca oyun bitti.

Serap niye bu kadar keyifli? Neden bu kadar çekici? Dinleyici uyanıksa ölüyü bile konuşturmaz mı? Konuştu: Elest sakisi bir yudumcuk şarap saçtı peşinde koştuklarımıza. Yine sustu. Alnını sildi. Ateş bastı sanki. Gözlerini yumdu. Hayale gözlerini kapattı belki. Dua gibiydi söyledikleri. Birisine seslenir gibi. Münacat etti:

Tanrım, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver.

Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.

Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar dururlar.

Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.

Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz?

Herkes bir kerpiç parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip.

Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arşta kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var.

Ona bir yudum mu dersin, yoksa şaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar güzellikler meydana geliyor.

Ey akıllı kişi ona sürtünmeyi can ve gönülden dile. Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar dokunabilirler.”

Altında, lâ’lde, incilerde o güzellik şarabından bir yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk!

Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!

Bu toprakla karışık bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf bir halde görürsen ne hale geleceksin?

Ölüm zamanında o bir yudumcuk saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta.

Geri kalanı hemen görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden onunla bak ne hale geliyormuş!

Can bunlardan ten olmadan yüz gösterse o vuslattaki letafeti ben anlatamam ki!

Ay, şu bulut olmaksızın ışık salsa onu kimsecikler anlatamaz!

Ne hoştur o tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar o mutfağı yalayıp dururlar.

Ne güzeldir o din ovasının harmanı. Her harman oradan başak devşirir.

Ne alâdır gamsız, kedersiz ömür denizi. Yedi denizde ondan meydana gelmiş bir çiğ tanesidir.(Mesnevi.5/370-389)

Eliyle sırtıma dokundu. Gidecekler dedi. Hayallerinin peşinden. Hepimiz gittik. Serap yorunca fark ederler çölü, bunalınca,daralınca, çarpıntıları artınca, boğazlarına düğümlenince ,acıları bir yumru gibi oturunca göğüslerine, hayal kırıklıkları gözlerini çeşmeye çevirince, çaresizlik ellerine kelepçeyi takınca, dizlerindeki derman çekilip olduğu yere yığılıp kalınca, öfke tüm dünyayı saldırgan köpekler gibi gösterince, alınganlıkları yalnızlaştırınca, yok sayılmanın sızısı yakınca,dilleri bir karış çıkınca dışarı, bunca yıl koşturanın serap olduğu anlaşılır. Serap da hayal de iyidir bir bakıma. Ancaaak. Dedi ve durdu. Yine kapadı gözlerini. Sanki bir yerden okur gibi konuştu bu kez:

O hayalle asla kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil.

Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.

O, her arayanın yolunu, yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der.

Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Tanrı yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.

O, ne hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir,  yoluna gider. (Mesnevi.5/366-370)

Anladım insanın misyonu aramaktır. Hayal, serap asla götürmek, aslı hissettirmek için ağzımıza sürülmüş bal. Kavanozu hatta mutfağı arayıp bulalım diye.

Çorba kaseleri boşaldı. Kaşık sesleri duyulmaz oldu. Sabahın güneşi kendini iyice hissettirmeye başladı. Birer, birer ayağa kalktılar. Yavaş, yavaş kendi yönlerine, seraplarına, hayallerine doğru yollandılar yolcular. Kaşık sesleri yerini açılıp kapanan kapının çıkardığı sese bıraktı. Kimi yavaşça kimi sertçe açıp kapadı. Kapı şikayet etmedi.

Kaldık baş başa dedi. Bulabilecekler mi yönlerini? Fark edecekler mi? Ya da ne zaman bilecekler? Sordum. Cevap verdi:

Sabah olup ta Kâbe yüz gösterdi mi kimin yol yitirdiği anlaşılır.

Yahut da dalgıçlar gibi hani. Hepsi denize dalar, herkes, denizin dibinde eline ne geçerse aceleyle devşirir.

Değerli inci ümidiyle şunu bunu torbalarına doldururlar.

O koca denizin dibinden çıktılar mı iri değerli inci kimdeyse meydana çıkar.

Öbürünün küçük inci, daha öbürünün de kırık taş parçaları ve boncuk bulduğu anlaşılır.

İşte onları uykularından uyaracak olan, kahredici ve kötülükleri açığa vurucu bulunan kıyamette buna benzer.(Mesnevi.5/330-335)

Sizin yönünüz nereye doğru diye sordum. Tebessüm etti. Sanki başka birinden söz edermiş gibi konuştu bu kez:

Herkes bir yana yüz tutmuştur. O azizlerse hiç yanda olmayana yüz çevirmişlerdir.

Her güvercin bir yana uçmuştur, bu güvercinse cihetsizlik tarafına!

Biz ne hava kuşlarıyız, ne ev kuşları. Bizim yemimiz yemsizlik yemidir.

Onun için rızkımız böyle bol bol gelmededir; çünkü, bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır!(Mesnevi.5/350-353)

www.pozitifdegisim.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.