Gezi notları -2

Biliyorum, “Bu kadar yoğun gündemde niye referandum yazmıyorsun diyenleriniz olacak” içinizden.

“Bize ne senin Avrupa gezinden”, şeklinde serzenişlerinizi de duyar gibiyim.

Ama inanın bu kadar “Evet” bombardımanın altında bizler ne söylesek “güme” gidecek…

O yüzden medya ne zaman normalleşirse, “yandaş” ve “candaş” olmayı bırakıp adam gibi habercilik yaparsa, yargısız infazları bırakırsa  ben de o zaman “siyaset” yazmaya başlayacağım!

Referandum hakkında diyeceklerim bunlar…

Hem biraz da Avrupa’ya bakmak gerekmiyor mu?

Madem referandum sonrası “evet” çıkarsa demokrat ve “Avrupa”lı olacağız…

Bu “Avrupa”yı bir de bizim gözümüzle görelim ne dersiniz?

İtalya, tipik bir Akdeniz ülkesi….

Gemiyle Bari’ye doğru yol alıyoruz…

On saatlik uzun bir yol, ve çok ilginç yolcularla karşılaşıyoruz…İlginç hayat hikayeleri olan kişiler..Gemide sadece biz Türk değiliz, pek çok Türk var…İtalyanlar, Yunanlılar ve diğer milletten insanlar…

Ama bütün bu insanların içinde geminin kafe barında biri ilgimi çekiyor…

Herkesle diyalog kuran biri, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Yunanca konuşuyor….

O benim şapkama, ben de onun şapkasına kilitlenmiş durumdayız…

Ve ilk diyaloğumuz “Şapkaları değişelim mi” oluyor.

Şapkaları değiştirirken derin bir sohbete de başlıyoruz.

Daniel Deni Hüseyin adı

Yıllardır Avrupa’da geziyor, pek çok iş yapmış, aslen Antepli…

Geminin müdavimlerinden, tam 36 ülke gezmiş…

Ahmet Kaya’nın yakın arkadaşıymış, Avrupa döneminde onunla sık  sık görüşmüş…

 Onun ölümüne PKK  sebep oldu, yanlış yola ittiler onu”  diyor…

Bazıları gibi Türk devletini suçlamıyor yani Daniel…

Bülent Ecevit’le de ilginç bir diyalogunu anlatıyor o arada…

Ecevit’e “Sayın başbakanım, siz de hastasınız, ülkemizde hasta, ne olacak bu durum diyor” o da cevap veriyor : “Merak etme, ben de iyileşeceğim, ülkemde iyileşecek”

Yine bunun gibi bir çok hikaye var Daniel Deni’de…

Ama en acıklısı kendi hikayesi…

Annesi bir iftira yüzünden intihar ediyor ve bu intiharın sonucunda Daniel evden kaçıyor, sonra da Türkiye’yi terk ediyor, çocuk yaşta…

Ve muhabbet böylece uzayıp gidiyor…

Sabahın ilk ışıklarıyla Bari’de oluyoruz, Bari tipik bir Adriyatik kıyısı şehri…Bari’nin içinden geçerek yolumuza devam ediyoruz, Bütün yollar Roma’ya çıkar diyor ve  Roma’ya başkente doğru yol alıyoruz…

Ancak ilk durağımız Vatikan….

Burası dünya Katoliklerinin en yüce makamı, görkemli bir yapı üzerine inşa edilmiş bir inanç merkezi…

Aslında büyük bir katedral ve onun içinde bugüne kadar gelmiş Papa’ların mezarları, heykelleri olan bu yer;  aynı zamanda dünyanın en küçük ülkesi.

Burayı İsviçreli tuhaf giysili adamlar koruyor…

Tarafsızlıklarını ilan ettiklerinden midir nedir bilinmez, buranın korunmasını onlara vermişler…

Orada esprimizi de yapıyoruz, “Gelmişken Papa’yı dine davet edelim, diyalog meselesine de burada noktayı koyalım” diyoruz…

Ama Papa sadece Pazar günleri halkla buluşuyor ve Katedralin balkonundan halka konuşma yapıyormuş…

Pazarı bekleyemeyiz…

Sonra Roma şehir merkezine geçiyoruz…

Rehberimiz, Haykad Hoca, bir profesyonel gibi anlatıyor…

Meclis binasından, Romalı gladyatörlerin dövüştürüldüğü arenaya kadar yürüyoruz…

Bu arada hala kazı çalışmaları var, yeni yeni tarihi yapıları ortaya çıkarıyor İtalyanlar…

Tarihlerine sahip çıkmışlar, her yer tarihi yapılarla kuşatılmış, Roma merkezinde hiç hiç apartman, yani yapı görmüyorsunuz, adeta ortaçağda yaşıyorsunuz…

Bizdeki gibi tarih ve geçmiş modernleşme adına yok edilmemiş…

Dikkate değer bir başka şey de, Roma meydanında hiç trafik lambası yok…

Dört beş tane kavşak var ve insanlar trafik lambası olmadan, trafik polisi olmadan bu yolları kullanıyorlar…

Hatta bir tane bile korna sesi duymadığımı söylemek isterim.

 Bu durum sadece Roma’ya özgü bir şey değil, Almanya, Avusturya, Polonya ve Çek Cumhuriyetinde de aynı şey söz konusu…

Avrupa Birliği deyince benim aklımda kalan en önemli şey bu olacak sanırım…

Tabii bu bir yaşam tarzı, yasalarla ne kadar ilgili onu tartışmak gerekiyor.

Çünkü orada insanlar birbirlerinin hayatlarına saygı göstermeye büyük özen gösteriyorlar, bunu siz yasalarla yapamazsınız…Hayata bakışınızla ilgili bir durum sanırım…

Aşk çeşmesine atılan  paraları bir Türk topluyor

Roma’ya yolunuz düşerse tabii ki yapmanız gereken şeylerden biri de aşk çeşmesine gitmek olacak…

Para atacaksınız, dilek tutacaksınız…

Para atmakta bir behis yok, çünkü paraları bir Türk topluyormuş!

Yine Roma’ya gelmişken,  Aşk çeşmesinden, on dakika uzaklıkta olan İspanyol Merdivenlerine geçin… Bu merdivenlerde tam  138 basamak var,  1723 yılında yapılmış. Yapıldığı zaman, Avrupa’nın en uzun merdivenleriymiş.…

Tabii merdivenlerde yer bulabilirseniz, bir de yankesicileri kollayabilirseniz, çünkü burası İtalya’nın en fazla hırsızlık yapılan yeriymiş…

Roma faslını burada kapatalım ve yolumuza devam edelim ne dersiniz?

Roma sonrası meşhur Pizza kulesine  yolumuz düşüyor…

1173 yılında  Cenova ve Venedik’e rakip olarak güç ve zenginlik göstergesi olarak yapılmış ve yapıldığı tarihten sonra eğilmeye başlamış…

Aslında Pizza’nın bir numarası yok, eğri bir bina var karşıda…Ve herkes geliyor orada fotoğraf çektiriyor…

O yüzden sadece şunu söyleyeyim, o fotoğraf çektirenler kafilesine biz de girdik…

Ama şunu hemen hatırlatmalıyım ki, oradaki seyyar satıcılardan alışveriş yapmamanız yararınıza olur…Seyyar satıcıların tamamı dışarıdan, çoğu Senegalli, Pakistanlı…Müslüman kardeşlerimiz, zaten sizin Türk olduğunuzu anlayınca “Müslim Brother” diyorlar hemen…

Siz de yakınlık hissediyorsunuz, muhabbet kurmaya çalışıyorsunuz ve olan oluyor.

5 Euro’luk malı, 25 Euro’ya satıyorlar size…

Ve benim aklıma o an Azeri şair Sabir’in söyledikleri geliyor;

Kükremiş aslan görirem

kan giyen sırtlan görirem

dalgalı umman görirem

cin görirem can görirem

mezerde hortlak görirem

bin türlü tufan görirem

türlü bir yaban görirem korkmirem

bu korkmamazlığım ile bu korkmamazlığım ile

vallahi bala billahi bala tillahi bala

harda bir Müsliman görirem korkirem….”

Bu mısralar tüm Müslümanlara teşmil edilmemeli ama özellikle iş ahlakı boyutuyla böyle bir gerçeklik de mevcut sanırım…

Hep demez miyiz, onların iş bizim dinimiz gibi, bizim işlerimiz onların dini gibi…

Pizza’nın etrafındaki kafelerden birine oturuyoruz…Karşımda iki çift belli ki buralı değiller biz gibi…Muhabbete dalıyoruz, kızın adı Cecil, Fransız…Erkeğin adı Samir, Cezayir asıllı…”Müslümanım ama burada niye oruç tutmadığımı sevgilime anlatamıyorum” diyor.. Seferiliği anlatıyoruz biz de dilimiz döndüğünce ve Samir kızı ikna ediyor….

Bu derin analizleri bırakıp şimdi Floransa’ya geçelim…

Floransa gerçekten güzel bir şehir,  ortasından nehir geçen bütün şehirler gibi…
Floransa’dan da Arno nehri geçiyor…

Pek çok şöhret yetiştirmiş Floransa; Dante, Leonorda da Vinci , Michelangelo gibi…

Biz  Mikelanj’ın eserlerinin sergilendiği yere doğru yol alıyoruz…

Heykellerinin sergilendiği bir alan var ve burası dolup taşıyor…

Floransa’nın gecesi de güzel...

Nehrin üzerindeki köprüde müzik ve eğlence gırla gidiyor…

Bu müziğe eşimle birlikte dansla eşlik ediyoruz…

Gecenin ilerleyen vaktinde acıkan karnımızı doyurmak için bir pizzacı arıyoruz…

Ve ilk pizzacıda karnımızı doyuruyoruz…

Pizza, Roma’ya göre daha ucuz Floransa’da…

Fakat Roma’ya göre daha pahalı bir şehir Floransa…

İtalya’nın ticaret merkezi olmuş her zaman, özellikle deri eşyalarıyla meşhur...

Bu nedenle her yerde deri ürünleri satan mağazalar ve atölyeler mevcut…

Tabii ki bu ürünleri alma şansımız yok bizim, Türkiye’deki sosyeteye havale ediyoruz buraları ve otobüslere binip Avusturya’ya doğru yola çıkıyoruz….

Not: Polonya’daki festivale katılmamızı sağlayan en önemli kuruluşu yazmayı unutmuşum, gezi boyunca çok güzel resimler çeken ve ibadetini bir dakika olsun aksatmayan Fatma hanım hatırlatıyor, ona teşekkür ediyorum. Afyonkarahisar Belediyesine de ayrı bir teşekkür…

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar