Detseli'den 'hergele' hikayesi

Detseli'den 'hergele' hikayesi

İsmail Detseli anlattığı hikayelerle Konya folklorunu aydınlatmaya devam ediyor.

Atalarımızın bir güzel sözü daha vardı: “Fakirin sanatı çok olur ama hiç birini de tam olarak bilemez, beceremez” diye… Filhakika çok doğru bir tespit yapmış eli öpülesi atalarımız… Zaten atalarımızın sözü olarak kabul edilen her sözün birçok tecrübeden sonra söylendiği bir gerçektir. Fakir başkalarına çobanlık yapar sanattır, çiftçilik yapar sanattır. Amelelik yapar sanattır her türlü işte yevmiye ile çalışır bu fakir için o da sanattır.

Yukarıda yazmış olduğum başlık dikkatinizi çekmiştir. Yeni doğmuş, henüz yaşına girmemiş 8-10 aylık sığır yavrularına bazı dağ köylerinde hergele denir. Bunlardan 50-100 tanesinin birleştirilip sürü halinde çoban önüne katılmasına da hergele denir. Arazide otlatılmaya götürülüp getirilmesine de hergele gütmek denir. Bunları güdenlere de hergele çobanı denir.

Tabi bunların diğer büyük yaşlardaki sığır cinslerine göre daha çocuksu, daha hoppa, daha deli fişek olduklarından daha henüz gidip geldikleri yerleri araziyi bilmediklerinden çobanın çomağının tadını almadıklarından (çobanın sopasını yemek) korkuları olmadığı için. Daha evlerden çıkarken tembelliklerinden araziye otlamaya gitmemek için çeşitli hile ve kaçmalara başvurmalarından dolayı bunların çobanlığını yapmak da bir hayli zordur. Onun için Konya’nın büyükleri bazen böyle bir hata yapan genç çocuğu “ne hergele şey yahu” diyerek azarlarlardı. Anadolu’nun bazı yörelerinde böyle ufak olan merkep sıpalarına da hergele dendiği söylenmektedir.

Geçmiş yıllarda köylerde bulunan ve köylüler için geçim kaynağı olan malların çeşitlerine ve yaşlarına göre çobanlıklar olurdu... Öküz çobanı, yoz çobanı sağmal ineklerin çobanı davar çobanı ve öğrek çobanı bunları daha da çeşitlendirmek kolay. O yılların köylülerce vazgeçilmezlerinden olan çift sürmek için mutlaka olması lazım şey öküz idi. Öküz güdene öküz çobanı, 1 yaş ile 4 yaş arasındaki erkekli dişili ki bunlar dana, düve, tosun ve kısır inekler diye adlandırılan yaz günlerinde dağda otlayıp dağda kalan eve gelip gitmeyenlerine yoz, bunların çobanlarına da yoz çobanı denir. Atların dişi ve üretken olan kısrakları ve yeni doğmuş tayları daha bir iki üç yaşlarında köyde işe yarmayan beygir cinslerinin dağda kalıp otlayanlarına öğrek, onları güdenlere de öğrek çobanı denirdi. Bunlardan başka bir de davar cinsinden keçi koyun vardı ki bunların da yozu ve sağmalı olurdu.

Bizim köyümüzün dağlık arazisi çok geniş bir satha yayıldığından bu tür malların üretimi ve bakımı yılın yarıdan fazla günlerinde dağdan beslendikleri için çok kolaydı. Baharda dağlara sürülen bir mal, bizim köyümüze ancak 10. ayda gelir, beygir cinsleri ise daha geç 12. ayda evlere ahırlara gelirlerdi. Hatta kar altında bile kalsalar bunlar, yerdeki keven dikenlerini ayakları ile tırmalayıp kar altından çıkarıp yerler ve gurup gurup arkadaşlıklar kurarak kurda kuşa da karşı koyup onların saldırılarından da korunurlardı. Ayrıca sağmal diye adlandırdığımız sağılır inekleri otlatmakla görevli çobanları sabah köyden alıp otlatmaya götürür, akşama geri getirir bunların yavrusu olan hergele danaları ise 3 ay kadar araziye alıştıktan sonra onlarda dağlara yoz denen sığır sürüsün içerisine katılıp orada yaylıma beslenmeye devam ederler.

Dağa sürülen sığır ve at cinsi malların kayıp ve hasta yaralı sakat olanlarını tespit etmek için köy ihtiyar heyeti tarafından belirlenen arazimizde halkın ulaşabileceği bir mevkiye 15 günde bir defa kayıp ve hasta malların tespiti yapıldıktan sonra çobanları tarafından tuzlanmaya getirilirdi. Yine o dağlarda çobanların nezaretinde özgürlüklerine bırakılırlardı. Bunlardan bazıları o kadar hoyrat olurdu ki bu malların o çok sevdikleri tuzu yalamaya bile yanaşmayıp kaçar, yıl boyuda ev ağıl bilmez dağlarda gezerlerdi. (1)

Burada yaşanmış bir hergele hikayesi anlatalım. Sene 1957-58 iyice bilemiyorum, baharın erkenden sığırlara çoban çıktı hepsi otlayacakları mevkilere, tokatlara (2) ağıllara gittiler. Sağmal sığırlar köye gelip gidiyor. Hanımların da işlerinin en ağır olduğu aylar geldi, yazın bostanlar ekilecek, tarlalar çapalanacak işler yoğun bazı hanım yengeler beylerine ısrar etmişler biz evden gidince taze buzağılar, danalar evde akşama kadar uzun günlerde aç kalıyorlar muhtara söyleyin iki hergele çobanı da bunlara bulsun da verelim haklarını fakirler de sebeplensin demişler sığır hakı 1.5 teneke buğday, ama bunları gütmesi zor olunca dana başına 2 teneke buğday ile pazarlık yapıp iki tane ihtiyaçlı köy delikanlısını çoban tutmuşlar.

DANALARI SALIVERİNCE…
Sabah erkenden köyde tellal bağırdı “Hergeleye çoban çıktı herkes danasını köy meydanına getirsin” dedi. Dananın boğazında bir ip bağlayıp zor şer köy meydanına getiren köyümüzün hanımları getirdikleri danaları köy meydanında iplerinden salıverince ortalığı bir toz duman bürüdü ki sormayın. Her taraf dana oldu sanki, tutabilene aşk olsun. O gün akşama kadar dana aradı millet arazide, en sonunda akşam köyün sığırları köye gelirken onlar da anaları ile ancak gelebildiler köye… Ertesi gün bunlar anaları ile dağa sürüldüler bir kaç gün dağa gitmeyi öğrendikten sonra ayrı gitmeye başladılar.

GÖVELEK TUTUNCA…
Yazın sıcağında sığırlara musallat olan bir böcek vardır, insanın bile zor görebildiği bu zalim uçucu gövelek, koca sığırları, öküzleri bile deliye döndürür, sırtına yapışıp da ısırdığı zaman. İşte bu hergele, tam dağa yayılmaya suya alıştı, derken gövelek mevsimi gelir. Daha bunun acısını bilmeyen o taze danaları dağda gövelek ısırmaya başlayınca malcağız kuyruğunu göğe dikerek kafayı yere doğru eğdi de kaçmaya başladı mı durdurana aşk olsun. Bir gün akşama kadar bunların peşlerinde koşmaktan analarından emdikleri süt burunlarından gelir yeni genç çobanların. 20 gün kadar güttükleri danaların haklarını almaktan da feragat edip çobanlıktan cayanlar bile olur. Buna karşılık çobanlıkta daha usta olan bazı eski adamlar nasıl olsa bunlar dağa alıştılar gel biz güdelim köylüden hakkımızı da alalım dediler ve onlar tam sıcak bastırma dan hayvanları bir gölgelik ağıla katıyorlardı. Burada ikindiye kadar duran danalar daha sonra hava serinleyip sineğin tesiri gitti mi ağıldan çıkarıp akşama kadar otlatıp daha anaları köye gelmeden yarım saat evvel getirip evlere teslim ederlerdi. Yıl sonunda o emeği geçmiş olan gençlerin hakkına da biraz buğday verilip gönülleri alındı.

CAMIZA BİNENİN HALİ
İşte eski köy yaşamları böyle idi. Yukarda saydığımız bunca malın özellikle sığır cinsinden olanların çobanlıklarını yazarken unuttuğumuz ve halen bazı dağ köylerinde çokça bulunan ve gözde bir hayvan olan mandayı (camız) unutmamak gerekir. Büyük cüssesi ile çok abartılı bir görünümü olan bu hayvanlar, çok munis ve sakin görünüşlerine rağmen sinirlendikleri zaman insanlar için çok da saldırgan bir tutum sergiledikleri ve insanları boynuzları ile toslayıp kovaladıkları da bizler tarafından bilinmektedir.

Bu hayvanlarının dişileri malakladıktan sonra verdikleri sütleri, camız kaymağı denen lezzetli kaymakları, taş gibi tutarak kaşığı zorlayan yoğurtları ile ve bunlardan çıkarılan tereyağları ile insan yaşamında çok önemlidirler. Ayrıca erkek olanları ise çok büyük bir değere sahiptirler. Nedeni ise bundan 50 -100 yıl önceleri makineleşmenin olmadığı, zor işlerin insan ve hayvan gücü ile yapıldığı zamanlarda gerek tomruk çekmelerinde ve gerekse büyük kaya parçalarının bir yerden bir yere taşınmasında kağnılara koşularak o büyük cüsseleri ile çok daraldığı zaman diz üstü gelip yine de o yükü çekebilmeleri bakımından hiç yerleri gitmezdi bunlarla çok çift süren ekin ekenlerimiz de vardı. Bu mahluklar yazın serin yerlerde yaylalarda otlamayı ve mutlaka otladıkları yerlerde bir gölet su birikintisi ve akan bir çayın olması lazımdır. Çünkü yaz sıcağında en az 7-8 saatlerini bu suyun içersinde yatmakla geçirirler..

Bu hayvanın kini üzerine başımdan geçen bir olayı sizinle paylaşmak isterim.
Yıl 1957.. Köyümüzde hem akrabamız hem de yakın komşumuz olan merhum Abdullah emmi bir gün bize geldi. Babama “Gardaşlık benim beygirler şimdilik boş çıktılar (çayırlardan ot biçme ile ekin biçme mevsimine kadar) bunları yarın İsmail dağa bir sürüverip gelsin hayvanlar 20-25 gün bir çayırlasınlar dağlarda” dedi. Abdullah emminin çift sürme, yük taşıma gibi bütün işlerini bu hayvanlar yapardı. Emmi çok da iyi bakar hayvanlarına, yemlerini sularını tımarlarını yerli yerinde verir, malları gayet bakımlı idi. Babam merhum da “Olur arkadaş, İsmail boş sürüp gelsin” dedi. Ertesi sabah ben hayvanın birine bindim, dağa doğru yürüdüm öbürü de ardımdan gelmeye başladı, meğer hep öyle yaparmış emmi. Giderken bir arkadaşıma rastladım Ali diye… O da kız kardeşi ile odun toplamaya gidiyormuş, beraber gittik. Ben hayvanları su çıktığı çayırlarından Musabey denen Yeşilvadi’ye doğru sürdüm, gittiler zaten hevesle gidiyorlar. Çünkü dağda özgürlük var onlar için. Merhum arkadaşım Ali ye kız kardeşine yardım ettim. Odunları topladık, hayvanlarına sarıp kız kardeşi ile onu köye yolcu ettik. Biz de çayırlarda böget yapmış suda yüzen köylü arkadaşlarımızın yanlarına vardık. Onlar yakındaki Gilissira yaylasından oraya gelmiş oğlak ve kuzu güden çobanlardı. Biraz onlarla oynayıp gülüştük bize “Şurada camızlar var gelin onlara binelim, kovalayalım onları koşturmak çok hoş oluyor” dediler. Benim hiç yaptığım ve bildiğim iş değildi. Onlara uyduk suların içerisinde serinlemek için yatmış olan camızları kaldırdık, ikişer üçer kişi sırtlarına bindik. Bir hayli koşturduk malları. Arkadaşlarım benim bu işlerde acemi olduğumu anlayınca, hepsi camızın üzerinden indiler. Ben inmeye fırsat bulamadan ardından camızın kıçına embelli (3))değneği batırıp camızı sinirlendirdiler. Camız altımda koşup oynayıp beni taşlıkların içerisine attı sırtından ve bir de gelip boynuz darbeleri ile beni yerlerde sürükledi. Tabi benim kolum, dirsek oynağımdan çıkmış acılar içersinde oradan ayrıldım. Köyün bahçelerinde yeni ermiş olan kirazlardan biraz yedik arkadaşlarla, ama ben kolumun acısından kirazın falan tadını alamıyordum. Arkadaşım merhum Ali ile köye geldik. Köydekilere camızdan düştük desek ayıp olacak gençlik de var tabi bir yalan söyledik. Sorduklarında beygirden düştük hayvan ürktü beni sırtından attı dedim.

YALANCININ MUMU
Abdullah Emmi merhum “oğlum benim beygirim adamı sırtından atmaz, bir yanlışlık olmasın” dedi ama ben ısrar ettim “beygir attı” diye.. Adam çaresiz beni başka bir köydeki sınıkçıya götürdü kolumun tedavisini yaptırdı rahatladım. Ertesi gün Cuma idi Abdullah emmi camiye gider bizi bir gün evvel camızın attığını gören Hüseyin Emmi “yahu Abdullah ağa senin hısımın oğlu Ismayıl’ı dün camız perişan etti yahu, zararı çok mu çocuğun” demiş. Bunu duyan Abdullah emmi “Ne camızı arkadaş?” deyince Hüseyin Emmi olayı ayrıntısı ile anlatmış. Abdullah Emmi akşam bize geldi ve daha babama bir şey söylemeden bana gülerek bakıp “Ne habar ulen camızcı dabış” dedi. Ben tabi durumu anladım başka odaya kaçtım, ama yalan söylediğim içinde bir hayli utandım emmiden ve babam rahmetliden. Öbür taraftan konuşmaları dinliyordum. Emmi babama “Yahu gardaşlık, ben hayvanlarıma güvenirim üzerindeki adamı kolay kolay atmaz onlar” diyordu. Çok da haklı idi adamın hayvanları çok sakin ve ağırlardı. Bu olaydan sonra benzer bir daha hataya düşmedim Allah a şükürler olsun… Demek ki yalancının mumu yatsıya kadar yanar sözü yerinde bir atasözüymüş. Siz de aman yalan söylemeyin…

Dipnotlar:
(1) Bunların ele avuca sığmayanlarına da köylü deli fişek yoz der ve tabi ilerde ya çift öküzü ya da sağınılacak bir inek yapacağı için ona karşı bir muhabbet besler nede olsa mal canın yongasıdır.

Tuz baharda kışta her zaman bu hayvanların tuz ihtiyacı vardır hem yedikleri otun dişlerdeki gıcırtısını giderir. Hem de iç organlarında bilhassa bağırsaklarını kuvvetlendirir
(2) Tokat sığırların gece yattığı taş ve benzeri şeyler ile çevrilmiş üstü açık yerdir.
(3) Embel köylerde çift öküzlerini ve merkepleri sürmek için ucuna çivi çakılarak kullanılan genelde iğdeden olan değnek.