Bu vakurlu ve sahici duruşlara o kadar çok ihtiyacımız var ki…

Tüm Türkiye iki cenaze törenini ve yaşanan duygu dolu anları konuştu geçen hafta…

İkisi de gerçekten uzun süre akıldan çıkmayacak kareler taşıyordu…

Erken bir veda….

Telefondaki ses “Tuba Hocamızı kaybettik” dediğinde aklımdan şu cümleler geçiyor ve  “her ölüm erken ölümdür, ancak Tuba Hoca’mız  gerçekten çok genç denilebilecek bir yaşta bizlere veda etti, keşke…” diyor boğazımda bir acı düğümleniyordu…

 Evet, tüm Türkiye’nin hafızasına kazınan ilk kare de  Prof. Tuba Vural hocamızın işte bu erken vedasından,  hakka yürüyüşünden geldi …

Son yıllarda gördüğümüz en kalabalık ve en duygusal cenaze törenlerinden birine şahitlik ettik…

Merasimdeki görüntüler  O’nun gerçekten çok “özel bir insan” olduğunu  anlatıyordu …

Bu yüzdendir ki, Tuba Vural ismi pek çok kişi de  olduğu gibi bizim için de  bir akademisyen olmasının ötesinde ayrı bir anlam ifade etti her zaman…

Tanıyanlar bilir, her şeyden önce O, mütevazılığın ve nezaketin timsali bir isimdi… 

Büyük küçük ayırt etmeksizin, makam mevki gözetmeksizin arkadaşlıklar kuran, hayatının her anında dopdolu bir yaşam süren, enerjisiyle, her daim yüzündeki tebessümüyle bulunduğu ortama hayat veren,  arkadaşımız, ablamızdı…

Bütün bunların yanı sıra Onu tanımlayan en güzel cümle belki de “öğrenme aşkı”ydı…

Pek çok akademik ünvanı olmasına rağmen,  her zaman öğrenme hevesini  içinde canlı tutan Tuba Hoca,   bizlere öğrenmenin yaşının ve sınırının  olmadığının da en güzel örneğiydi…

Bizler kimi zaman O’nu,  dekanı olduğu fakültesinde öğrencilerine iştahla ders anlatırken gördük,   kimi zaman  Mülkiyeli gençlerle,  öğrenci sıralarında,  merakla hocalarını dinlerken, onlara sorular sorarken  bulduk…

O sadece  okuma azmiyle ve aşkıyla, akademisyenliğiyle   değil kültürel  kimliğimiz üzerine yaptığı çalışmalarıyla da önemli bir yere sahip olup,  göz doldurmuştu.

“Türk Halk Giyimi” hakkında yaptığı değerli çalışmaları, bunlardan yalnızca biriydi…

Tuba Hoca, yaptığı bütün bu ilmi çalışmaları yalnızca yazıya dökmemiş,  aynı zamanda pratiğe geçirerek, önemli bir eksikliği,  akademideki teori-pratik eksikliğini de giderecek işlere imza atmıştır.

Düşüncelerini kuvveden fiile geçirerek, sahaya taşıyarak,  Türk Kültür’ünün “gelenekten geleceğe” aktarılmasında da  O’nun arkasından gelecek akademisyenlere öncülük yapmıştır. 

İşte bu yüzdendir ki, Tuba Hoca’yı yine  en son böyle bir etkinlikte,  “Türk Dünyasında Moda ve Kadın”  etkinliklerinde heyecanla koşuştururken bulmuştuk. 

Kendisi bizi de o heyecanına ortak etmiş,   en küçük detayına kadar ilgilendiği  Türk Dünyasından esintilerin sergilendiği o etkinliğin Ankara ayağında “çok devlet,  tek millet” inancımızı daha da pekiştirmiş, unutmaya yüz tutan milli duygularımızın bir kez daha yeniden coşmasına vesile olmuştu… O gün bu gösteriyi ellerimiz patlarcasına alkışlarken bu alkışı hak edenlerin başında  tabii ki Tuba Hoca geliyordu… Allah  O’ndan razı olsun…

Velhasıl O, hem öğrenen hem öğreten, hem de bunları pratiğe döken  biri olarak, “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” düsturunun en mühim, örnek  şahsiyetlerdendi …

O aynı zamanda pek çok kadına örnek olması gereken  güçlü, mücadeleci bir karaktere sahipti…

Kardeşi’nin ifadesiyle gerçekten O yalnızca “güçlü görünen bir kadın” değil, “güçlü bir kadındı”.

Evet Hocamızın  bu güçlü yanına hayatının son demine kadar bizler şahitlik ettik…

Kanser gibi çok acılı ve bezdirici bir hastalıkla son ana kadar mücadele ederken bile  inancını, tebessümünü,  nezaketini, vakur duruşunu yüzünden hiç eksik etmedi…

Son ana kadar ailesinin her ferdiyle yakından ilgilendi, öyle ki, hastalığının en ağır safhasında bile  oğlunu askere uğurlamaya giden bir “anne” vardır karşımızda…

Tuba Hoca’mızın işte bütün bu güzel hasletleri  yüzündendir ki, aynı zamanda bir siyaset adamı olan eşi Oktay Vural’ın  26 yıllık yol  arkadaşının ardından akıttığı o gözyaşları, bütün milletin yüreğinde aynı duyguyla hissedildi uzun yıllar unutulmayacak kareler olarak hafızalara kazındı…

Hocam, Allah rahmet eylesin, mekanın nurla dolsun…

Ermenek lastiği ve fakir ama onurlu bir hikaye…

Evet bizleri derinden etkileyen karelerin olduğu  diğer bir cenaze töreni ise Ermenek’teydi…

O kareler, bizleri insanlığımızdan utandırdı ve dahi insanlığımızı yeniden hatırlattı…

Tüm Türkiye  Ayşe Teyzeyi  madende sular altında kalan oğlunun ardından içimizi yakan o feryadıyla tanımıştı:  "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı...?" sorularıyla bizi adeta beynimizden vurmuştu…

Ve daha sonra  oğlunun cenazesine gelen Ayşe Teyze’nin yanında  eski, yırtılmış  lastik ayakkabılarıyla  Recep Amca’yı da tanıdık…

Ayağındaki “Ermenek lastiği” bize yabancı değildi…

Birileri botlarla gezerken çoğumuz da o lastiklerle kışları geçirdik ve hala insanlar o lastikler ayaklarında kışın soğuğunu çekiyorlar…

Mesele o lastiğin ayağa giyilmesi değil, Recep Amcanın oradaki uzun zamandır özlediğimiz o “mağrur” duruşudur…

“Bu millet acından ölür ancak kimseye müdana etmez” düsturunun  kaybolmadığını,  Recep Amca’da hayat sürmeye devam ettiğini orada  gördük…

O ayağındaki eski yırtık lastik ayakkabılarıyla mağrur bir şekilde  oğlunun cenaze namazına durmuştu… Yırtık lastik ayakkabısını soranlara da "Param yok, param olsa ben bu ayakkabılarla gezer miyim milletin içinde...!" diyordu…ve devam ediyordu;  "Bana çok söylediler, 'ihtiyacın varsa bize söyle' derler. 'Tamam söylerim' derim. Ama yine de söylemem. Ayıp olur, telaşe olur. Yaşım genç. Aylığımı aldığımda ayakkabıyı alırım. 'Paran yoksa para verelim' derler. 'Param var derim ızdırabımdan”

Evet bizler  “Ayıp” kavramını Recep Amca’yla yeniden keşfettik

Uzun süredir unuttuğumuz, el avuç açmadan   ”Kendi yağınla kavrulma”  deyimini O’nunla yeniden hatırladık…

“Utanmak”, “arından derdini kimseye söyleyememek” gibi yüce değerleri O’nunla  hafızalarımızda yeniden canlandırdık...

“Fakir ama onurlu insanların” kapılarını,  onun bu sözleriyle yeniden araladık…

Evet onlar aslında hiçbir yere gitmemişlerdi…

Onlar, bu hengamede  sadece görünür değillerdi…

Zaten görünmek de istemiyorlardı…

İşte  Türkiye bu iki güzel yürekli insanı,  bu saf, tertemiz cümlelerle ve o unutulmaz görüntülerle tanıdı…

Son dönemlerde o kadar çok kirlendik ki bu sahici, içten ve bir o kadar da acıtıcı  cümleler bizi  çok ama çok derinden etkiledi.

 Bu "tertemiz – nur yüzlü", Anadolu insanlarının,  "Çaresizlikleri - fakirlikleri - evlat acıları - kayıpları"  bizim de son zamanlarda kaybettiğimiz değerleri yeniden hatırlamamıza vesile oldu.

Bu vakurlu ve sahici duruşlara o kadar çok ihtiyacımız var ki

Allah,  Ayşe teyze ve Recep amcanın oğullarına ve madenci kardeşlerimize rahmet eylesin, mekanları cennet olsun…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar