M. Faik Özdengül

M. Faik Özdengül

BİR DE GİTMEYİ DENESEK?

Önceki hafta Göksel yazmıştı.

Geçen hafta da Mevlana Kültür Merkezinde,  Şeb-i Aruz’dan bir gün önce konuşmam vardı. Onun hazırlıkları nedeniyle yazamamıştım. Okurlarım haklı olarak ikaz ettiler. Bu bir yandan mutlu ediyor beni. Diğer yandan da sorumlu kılıyor.

Sorumluluklar ve görevler,  olması gerekenler yaşamda, olsunlar. Onun yanında da hayatı basit yaşamalı, basitleştirmeli bir yandan da diye düşünmüyor değilim.

Doğallık da olsun hem. Mesela böyle zamanlarda sizler de yazın. Onları birleştirip bir ağacın altında çıkınlarımızı açıp piknik yapan insanlar gibi kim ne getirdiyse yiyelim beraber.

Böyle söyleyince birden deniz kenarında bir sahne geldi gözümün önüne, fakülteden bir hocamın iki elini birbiri üstüne koyarak bu basitliği ve doğallığı anlattığı bir görüntü. Uzun yıllar önceydi. Ellerinin arasında soğan olmalıydı anlattıklarına göre. Hayat, bir soğanı şöyle tepesine vurup yemekten keyif alabilmektir demişti. Mezun olup dünyayı kurtarmak isteyen bizlere soğan yiyin keyif alın diyen bir adam. Garip gelmiş demek ki gülümseyerek hatırlıyorum şimdi. Ardından da dönüp dolaşıp bunca yıl sonra ben de aynı şeyleri söylemeye çalışıyorum. Bu da garip.

Nasıl basitleşir ki hayat?

Onca zorlukla boğuşurken.

Boğuşmaktan kurtulmakla öncelikle.

Yıllardır boğuşup didiniyoruz. Var olmak için. Dipsiz kuyuları doldurmak için.

Az önce bahsettiğim yerdeyim hala. Deniz kenarında. Bu kez hocam konuşmuyor ben bir arkadaşla güreş tutuyorum. Yerde bir kuyu var ve yaklaşık iki metrelik. Onu da biz kazdık. Birbirimizi kuyuya atmacasına boğuşuyoruz. Biri düşünce kuyuya güreş bitecek. Kıyasıya boğuşuyoruz. Düşünce neler olacağını bile düşünemiyordum. Yenme ve yenilme hırsından. Ya da diğeri düşünce mutlu mu olacaktım? Yenme ve yenilme hırsı. Başlangıcı bir oyundu aslında. Belki de oyun gibi görünen ya da oyun süsü verilen bir rekabet. Şimdi buraya yazınca o oyunla bugünkü yaşamın veya bugünkü oyunun çok da farklı olmadığını fark etmek de ilginç geldi bana.

Diğerini yenince ne olacak?

O bizi yenmesin diye gibi görünüyor görünen.

Yenmek ve yenilmek.

Sonra da kazdığımız kuyulara düşmek.

Bugün dinlediğim hikayeler getirdi biraz da beni buraya.

Hazmedemediklerini söyleyen danışanlar. Gönülleri yatışmıyordu. Haklılardı onlara göre ve diğerinin cezalandırılması gerekiyordu ama olmuyordu. Kendi başlarına ceza veremiyorlardı onlara. Allah verir diye inanıyorlardı ama hemen olsun istiyorlardı. Adalet arıyorlardı. Adalet istiyorlardı. Daha doğrusu kendi adaletlerinin en uygun olduğunun kabulünü.  Bunu isterken bir yandan da istediklerinin hemen gerçekleşmediğini görmek Padişah’ın adaleti konusunda istemeseler de şüphe uyandırıyordu.

O zaman hikayeye kulak verelim:

Birisi kaçıp bir eve sığındı. Korkudan benzi uçmuş, sapsarı kesilmiş, dudakları gövermişti. Ev sahibi, peki dedi, A amcasının canı, ne oldu, neden kaçtın?  Neden böyle benzin attı? Adam dedi ki: Zâlim padişahı eğlendirmek için bugün sokakta ne kadar eşek varsa yakalıyorlar. Ev sahibi, peki dedi. A amcasının canı, eşekleri yakalıyorlar. Sen eşek değilsin ya, bundan ne tasan var senin? Adam dedi ki: Bu işe öyle bir girişmişler, öyle kızışmışlar ki beni bile eşek diye yakalarlarsa şaşılmaz. Eşek yakalamaya el atmışlar, hiçbir şey fark etmiyorlar artık! Bir şeyi fark etmeyen kişiler, başımıza geçerlerse eşeğin sahibini de eşek diye götürürler mi, götürürler! Fakat bizim şehrimizin padişahı, abes iş yapmaz. Onun temyiz hassası vardır. O her şeyi duyar, her şeyi görür. Adam ol da eşek tutanlardan korkma. Ey zamanenin İsa’sı, eşek değilsin sen, ürkme. Dördüncü kat gök, senin nurunla dolu. Hâşa, senin durağın ahır değildir. Sen, bir iş için ahırdasın ama gökyüzünden de yücesin sen, yıldızlardan da. . İmrahor başkadır, eşek başka. Her ahıra giden eşek değildir.
 

Neden böyle eşeğin kuyruğuna yapıştık, ardına düştük? Gül bahçesinden, güllerden bahset. Narı, turuncu, elma dalını söyle. Şarabı ve sayısız güzelleri anlat. Yahut dalgası inci olan, incisi söyleyen, gören denizi, Yahut gül devşiren, yumurtaları altından, gümüşten olan kuşları söyle. Yahut da ceylânları besleyen, hem sırt üstü, hem yüzükoyun uçan doğan kuşlarından bahset. Alemde gizli merdivenler vardır, basamak basamak tâ göğe kadar. Her bulutun başka bir merdiveni vardır, her gidişin başka bir göğü. Her biri, öbürünün halinden bihaberdir. Geniş bir ülkedir, ne başı var, ne sonu! Bu, o neden böyle hoş diye şaşmaktadır; o, bu neden böyle şaşıyor diye hayrette. Yeryüzü sahası geniştir. Orada her ağaç, yerden baş vermiş, boy atmıştır. Ağaçlardaki yapraklarla dallar, ne de güzel ülke, ne de geniş saha diye şükrederler. Bülbüller, yediğin şeyden bize de ver diye kıvrım kıvrım çiçeklerin çevrelerinde uçuşur, ötüşürler. (Mesnevi.5/2539-2562).

Padişahın temyizine güvenip zihni güzel düşüncelerle dolduralım diyor. Pek güzel söylüyor.

Bütün bunlarla oyalanırken içimde saklı gizli küçük çocuk sıkılıyor. Oyunu abartıp beni daraltma diyor. Hapsetme. Haklı. Oyunu abartmamalı.

Tam bunları düşünür ve yazarken bulutlardan birden damlayıveren yağmur taneleri gibi aşağıda sizinle de paylaşacağım şiir geldi bir arkadaşımdan göklerden gelir gibi. Kendisine de teşekkür ediyorum. Yazıyı bu şiirle bitirelim:

ya da
yıldızlar mıdır ağlıyor maviliğin koynunda
gecenin bağrına bırakmışlar ellerini
melekler midir gelen beyaz çantalarıyla
beyaz çantalarıyla
gümüş sahifeler getirip kalbimize ekleyen

bir de gitmeyi denesek diyorum
gitmeyi...
o haşarı çocuğu varıp öpsek
öpsek,
içimizdeki oyuncakları ona versek
gitsek ve otursak uzak ağaçların altına
ağzımızda küçük bir yaprağı parçalasak
parçalasak...

Mustafa Aydoğan/ Bir Dolu Bakır Yaz

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum