Seyit Küçükbezirci

Seyit Küçükbezirci

“BİLMEM SÖYLESEM Mİ, SÖYLEMESEM Mİ?”

            Mahzuni Şerif’in derin anlamlar, derin gerçekler yüklü türküsü, gündüz hayalimde, gece düşümde, bir süredir. “Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?”

            Sonra, “Büyük Başöğretmen”, rahmetli Sıraç Aydıntaşbaş, 40/50 yıl önceki Konya gazetelerinde köşe yazısının başlığı: “Yazdım da ne oldu?” küpürlerini sallıyor, gülümseyerek.

            Sıraç Hocamız ağır sitemler içinde: “Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?”

            “Ay doğarken uyuyamam” mısraındaki gibi, ben de, söylemezsem duramam. “Sana ne?”, “Bana ne?” şartlandırmalarıile “şuur altı”na kakaladığım; bir şekilde, tıkadığım yerden fırlarlar, yazıya dökülürler. Şimdi; “İşte böyle bir şey”

           ALIŞTIRIRSANIZ VAZGEÇEMEZSİNİZ; ALIŞIRSANIZ VAZGEÇEMEZSİNİZ

            Son yirmi yılda, özellikle de son on yılda israf, gösteriş; Konya deyimi ile “Gubuz”ca davranışlar, “Gökgörmediklik” öylesine arttı ki…

            Ayıp değil, “dişinin etini sorarak” çocuklarını okutan, onları sanat sahibi eden “mütevâzi ailelerin çocukları”, bir şekilde yüksek gelir sahibi olunca ne yapacaklarını şaşırıyor, bir kısmı. Cipi gerektirecek bir işleri olmayanların altında cipler. On kobiye sermaye olabilecek paralara “seçkinlerin sitesi”ne adı çıkmış yerlerden daireler. Bu laf uzun gider. Benim amacım, bu yazıda bazı “zengin çocukları” üstüne. Bu yazıda “kimi kastediyorsun?” diye soran olursa. “Hem Hasan’a, hem sana”…

            Özel okullarda okutuyorlar, okusunlar. Üstüne, bal kaymak, dershanelere gidiyorlar; gitsinler. Yetmiyor, özel hocalardan özel dersler alıyorlar; alsınlar. Elbiseler “marka”; ayakkabılar “marka”. Saatler, telefonlar; iki/üç “asgari ücret” tutarı. Okulun önünde elli/yüz/yüzeli bin TL’lik arabalar; ellerinde “Bak, gör, ben kimim; anla” niyetiyle sallanan kontak anahtarları.

            Bazen, tanıdığım “baba”lara dayanamayıp söylüyorum, eski bir “Hoca” olarak bunların yanlış olduğunu. “Benim yaşayamadıklarımı o yaşasın” diyorlar. Amenna. “O” yaşasın…

            Alıştırırsanız vazgeçiremezsiniz. Alışırsanız vazgeçemezsiniz. Beni mâzur görün; bir Konya deyimi var: “Alışmış, kudurmuştan beterdir”. Bir masalda geçer; “Cak deyince su, cuk deyince et” diye. Her isteği, her kaprisi yerine getirilen; istekleri “deniz bitince” önce yakınlarına düşman olur.

            Zenginliklerini “teşhir” ederek, zenginlikleri ile prestij sağladığını zannedenler, karşılarındakilerde önce “eziklik”, sonra “haset”, sonra “kıskançlık”: sonra da “kin” doğururlar.

            Her şehrin bir “ortalaması” olur. Kimse kimsenin malına ortak değil. Ama sosyal sorumluluk diye de bir şey var. 

            SOLJENİTSİN “MÂNEVİ ENERJİ” ÜSTÜNE DİYOR Kİ

            Soljenitsin üstüne “lügat parçalamak” niyetinde değilim. Dünyanın büyüklüğünü kabul ettiği bir yazar, bir düşünür. “Nobel” kazanmış bir Rus. Yaşamını, kitaplarını, fikirlerini tümüyle öğrenmek isteyen, en azından girsin internete. Her şeyi “hazır lop” vermeye ne yerimiz, ne zamanımız müsait…

            Alev Alatlı’nın sitesinde gezinirken, Soljenitsin’e rastladım. “Harvard Nutku”nda şöyle diyor; “İnsan yaşamının nihâi hedefi, ne serbest piyasa ekonomisi, ne de genel refah seviyesinin artmasıdır. İster en mükemmel yönetim sistemi, ister sanayi kalkınma gerçekleşsin; bir ulusun manevi enerjisi tükenmişse, o ulus çökmekten kurtulamaz. “MÂNEVİ ENERJİ”nin neleri kapsadığını, nelerden oluştuğunu ben biraz bilirim; öğünmek gibi olmasın. Ama, zahmet olacak, SİZ de bir düşünün; “mânevi enerji”yi. “Mânevi Enerji”miz ne durumda; normal mi, azalıyor mu, bitmeye mi yöneldi?

            “ARSIZ TÜKETİM”; “ARSIZ TÜKETİCİ”…

            Sonjenist’in yine “Harvard Nutku”nda; “Vahşi kapitalizmin olmazsa olmazı ‘Arsız Tüketim’ diyor”

            “Üretim ve tüketim” ekonominin omurgaları, “şah damarları”; olmazsa olmazı. Önceleri “tüketim” kavramı vardı, öyle gidiliyordu. Ama, “tüketim” bir şey doğurdu; “Arsız tüketim”i doğurdu. Kapitalizmin “doyum”da sınırı olmayan tüketimi er geç acaip ve tehlikeli bir şey doğuracaktı. İşte, en azından, son otuz yılda “Onu” doğurdu. Doğan, “arsız tüketimin global dünya”da yerinde durması mümkün değil. Ülkeden ülkeye sarktı.

            Alev Alatlı, Soljenitsin’in “arsız tüketimi” teşhir ettiği “Harvard Nutku”nda ileri sürdüğü değerlendirmelerine açıklık getirmeye çalışıyor. Şöyle diyor: “… Batıyı uyarmaya çalışıyordu. Amerikalılar, gezegenin sonunu getirmesi mukadder vahşi kapitalizmin olmazsa olmazı “ARSIZ TÜKETİMİ” meşrulaştırmakla suçlayan da Soljenitsin’dir. “Arsız tüketici” denilen yaratığın kendisine “Hak” olarak belletilen şeylerden, ne hümanizma, ne de Tanrı adına feragat etmesinin söz konusu olmayacağını görüyordu. Durum böyle olunca, “özgürlükler”in şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır” derdi, diyor Alev Alatlı.

            “Arsız tüketim” virüsüne, buralarda da rastlıyor musunuz? “Sen rastlıyor musun” diye bana soruyorsanız. Ben gerektiğinde söylerim; önce siz söyleyin.

          

             “KONYALICA” SEKÂRET, FARKINDA MISINIZ?

            “Goca Gonyalı”, “Goca Gonduralı Gonyalı”, “Etliekmek Gafalı Gonyalı” diyenleri boş verin. “Kedi uzanamadığı ciğere pis dermiş”. “Konyalı” kadim zamanlardan beri görgülü, zeki; âlim değilse “arif”; yüksek kültürlü bir toplum.

            Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Konyalılığı ile övünür”; “Konya, asırlardan beri tüten büyük bir nurun ocağıdır. TÜRK harsının (kültürünün) esaslı membağlarından (kaynaklarından) biridir” diye yazar 20-21 Mart 1923’te.

            “Türk kültürünün esaslı kaynaklarından biri olan Konya kültürü” ne durumda, bu zamanlarda? “Kültür”ü oluşturan bütün maddi ve manevi birikimler, folklor kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam ediyor mu? Yoksa ağır yaralı, kan kaybediyor mu?

            Bunun üstüne, bu soruyu hakkıyla cevaplamak için yüzlerce sayfa yazmak lâzım; konferanslar düzenlemek lâzım.

            Ben, kültürümüzün temeli “dilimiz” üstünde, “Konyalıca” üstünde birazcık durmak istiyorum.

            “Konyalı” bir ananın çocuğu “Dev Şair”, rahmetli Fazıl Hüsnü Dağlarca “Türkçe” için “Ses bayrağım” der. Dil, kültürünü; kültür, milleti; millet, bayrağı oluşturur.

            “Konya ağzı” sadece “geliyom”, “gidiyom”, “nörün” “ilimon”, “İrecep”den ibaret değil. Binlerce “gerçek kelime”ye de, “son kelime”ye de sahip. Konya’da doğmuş; Araplar’da, Biçcimez’de, Uluırmak’ta, Türbeönü’nde büyümüş Konyalılar şu kelimeleri bilirler: Alaşa/Avara/Silbiş/Singil/Sındı/Ahraz/Aydaş/Bırakıntılı düğün/Belek/Ekmek umması/Düşme/Zeklenmek/Gubuz/Dingi/Cingil, daha binleri aşkın kelimeyi bilirler...

            Ama, bir türküdeki gibi “Adın neydi unuttu/söylenmeyi söylenmeyi”deki gibi “Konya Kelimeleri” de “söylenmeyi söylenmeyi” unutuluyor.

            Rahmetli Veli Sabri Uyar, Celâlettin Kişmir, Mehmet Önder, Sefa Odabaşı “Konya Ağzı” üstüne paha biçilmez derlemler yaptı. Ömrü uzun olsun A. Cenap Kendi, Ahmet Nüzhet Turgut, Ahmet Kuşönemli derlemeler yaparak “Konya Kelimeleri Katalogları” oluşturdu. Ben, tam kırk yıldır “kelime avcılığı” yapıyorum. Haydan, huydan ne zaman sıra gelecek; bunları yayınlamaya, herkese sunmaya?

            -“KONYALICA” SEKÂRET, FARKINDA MISINIZ? FARKINDA MIYIZ?

            -Şu kulağımıza küpe olsun; “YAŞATILMAZSA KÜLTÜR DE ÖLÜR…   

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.