ANALİZ - Riyad'ın bölgesel güvenlik girişimleri gerçekçi değil

ANALİZ - Riyad'ın bölgesel güvenlik girişimleri gerçekçi değil

ABD'nin son dönemde Ortadoğu politikalarında tanık olunan değişim ve Arap Baharı sürecinin yol açtığı belirsizlik, Suudi Arabistan liderliğindeki statükocu bloğu kendi güvenliklerini sağlama konusunda inisiyatif almaya zorluyor- KİK tarafından geliştirile

İSTANBUL (AA) -NECMETTİN ACAR- "Arap Kalkanı-1" olarak isimlendirilen ortak askeri tatbikatın 4 Kasım'da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Kuveyt, Ürdün ve Mısır’ın kara, hava ve deniz kuvvetlerinin katılımıyla Mısır’ın kuzeybatısındaki Muhammed Necib askeri üssünde başladığı haber ajansları tarafından duyuruldu. Katılımcı ülkeler arasında askeri işbirliğini geliştirmeyi, katılımcı ülkelerin terörle mücadele, kıyı güvenliği, kara, deniz ve hava muharebesiyle ilgili kapasitelerini artırmayı hedeflediği ifade edilen Arap Kalkanı-1 tatbikatının 16 Kasım’a kadar devam edeceği bilgisi kamuoyuyla paylaşıldı. Ortadoğu’nun önemli ülkelerinin katılımıyla iki hafta boyunca devam eden bu tatbikat, bölgesel aktörlerin Ortadoğu’da bölgesel güvenlik alanında yeni roller üstlenip üstlenemeyeceği, bölgesel çapta uzun vadeli askeri ittifakların mümkün olup olamayacağı tartışmasını yeniden uluslararası gündemin ön sıralarına taşıdı.

Ortadoğu’da uzun yıllar bölgesel güvenliğin kilit aktörü olagelen Batılı ülkelerin bölgeye dönük bu ilgisinin kaynağı, petrol çağı öncesi dönemde deniz ticareti ve sömürgelerin (Hindistan) güvenliğiyken; petrol çağıyla birlikte, buna Batılı ülkelerin enerji güvenliği vizyonu de eklendi. Bu dönemde, gelişmiş Batılı ekonomilerin bölge petrol kaynaklarına olan bağımlılığı, Ortadoğu bölgesinin güvenliğini Batılı ülkeler açısından hayati kılmıştı. 1820-1971 yılları arasında Körfez güvenlik mimarisinin baskın gücü olan İngiltere’nin II. Dünya Savaşı sonunda zayıflayarak bölgeden çekilmesiyle bölge güvenliğinde ABD başat rol oynamaya başlamıştı. Eisenhover (1957), Nixon (1969) ve Carter (1980) doktrinleriyle bölge ABD yönetiminin hayati çıkar alanı olarak tanımlamış, herhangi bir yabancı gücün (Sovyetler) Ortadoğu bölgesini kontrol etmeye, bölgesel statükoyu değiştirmeye yönelik girişiminin askeri güç dâhil her türlü imkân kullanılarak püskürtüleceği belirtilmişti. Bu amaçla, 1980 yılında ABD’nin bölge savunmasındaki etkinliğini artırmak için Acil Müdahale Gücü (bugünkü Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın [CENTCOM] ilk şekli) kurulmuştu. Bu süreçte ABD, I. ve II. Körfez Savaşları başta olmak üzere, bölgede ortaya çıkan krizlere askeri güç kullanmak suretiyle müdahale etmiş, bölgedeki müttefikleri için “güvenlik garantörü” rolü oynamıştı.

- ABD'nin bölgeye yönelik politikaları değişti

Halihazırda bölge güvenlik mimarisinin temel aktörü olan ABD’nin 2010 sonrası dönemde dış politikasında yaşanan birtakım değişikliklerin, bölgede mevcut olan Batılı güvenlik garantilerini zayıflatması ve Arap Baharı sürecinin ortaya çıkardığı gelişmeler bölgede bir güvenlik boşluğuna yol açtı ve bu durum Suudi Arabistan liderliğindeki statükocu Sünni bloğu kendi güvenliklerini sağlama konusunda inisiyatif almaya zorluyor.

ABD’nin bölgeye yönelik dış politikasındaki değişiminin iki temel sebebi var: Kaya gazı devrimiyle ABD’nin bölge enerji kaynaklarına olan bağımlılığının ortadan kalkmasının bölgedeki müttefiklerini ABD açısından değersizleştirmesi ve yükselen Çin tehdidini dengelemek için ABD’nin “Pivot Asya” politikasıyla yönünü Asya-Pasifik’e dönmesi. Bu yeni durum, ABD’nin Ortadoğu’daki temel rolünü, güvenlik garantöründen, bölgesel müttefiklerini kendi güvenliklerini sağlayacak kapasiteye kavuşmaları için teşvik eden müttefike dönüştürme yönündeki eğilimini güçlendirdi. ABD yönetiminin bölgedeki müttefiklerini kendi aralarında askeri ittifaklar kurmaya ve savunma harcamalarını artırmaya teşvik ederek kendi güvenliklerini sağlamaları yönünde cesaretlendirmesi ve Suriye krizi başta olmak üzere bölgesel krizler karşısındaki kayıtsızlığı, yeni dönemde bölgeye yönelik dış politikasındaki değişiminin en önemli göstergeleri oldu.

Arap Baharı sürecinde bölge genelinde yaşanan karışıklıklar, Suudi Arabistan liderliğindeki statükocu blok açısından üç önemli tehdidi ortaya çıkardı: Birincisi, Suriye, Yemen ve Libya’da iç savaşların yol açtığı kargaşa ortamı bir taraftan düzensiz göç, silah kaçakçılığı ve terörizmin alan kazanması gibi sorunlara yol açarken, diğer taraftan, bu ülkelerde merkezi yönetimlerin çökmesiyle oluşan güç boşluklarını Türkiye ve İran gibi rakip güçlerin doldurması için uygun ortam yaratarak statükocu bloğun elini zayıflatan bir sonuç doğurdu. İkincisi, Arap Baharı sürecinin bölgenin önemli ülkelerinin ulusal gücünde oluşturduğu aşınma, bölgedeki güvenlik açığını artırdı. 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgaliyle Irak’ın bölgesel güç denkleminden çıkıp İran etkisine düşmesine ilaveten, ABD’nin Pivot politikasıyla bölgedeki güvenlik garantörü rolünden vazgeçme eğilimi ve Mısır gibi önemli bir gücün Arap Baharı sürecinde yaşadığı ulusal güç kaybı, bölge genelindeki statüko yanlısı cepheyi zayıflattı; İran gibi rakip bir güç için yeni alanlar açtı. Son olarak, önceki dönemde var olan İran liderliğindeki Şii revizyonist blok ile Suudi Arabistan liderliğindeki Sünni muhafazakar bloğa Arap Baharı ile eklenen Türkiye-Katar ve Müslüman Kardeşler ittifakı, demokrasi yanlısı alternatif bir Sünni bloğun oluşumuna zemin hazırlayarak Suudi liderliğindeki statükocu bloğu ortasından çatlattı. Yeni oluşan, bu alternatif demokrasi yanlısı bloğun bölgesel sorunlarda (örneğin Filistin sorunu) İran liderliğindeki Şii blok ile benzeşen politikalar benimsemesi, bölgedeki statükocu bloğu zayıflatan bir sonuç doğurdu.

- “Arap NATO’su” girişimi

Bu süreçte özellikle Suudi Arabistan’ın liderlik ettiği birtakım bölgesel güvenlik ağları oluşturma girişimleri, Ortadoğu’da bölgesel aktörlerin kendi güvenliklerini sağlama konusunda inisiyatif almasına yönelik girişimler olarak yorumlandı. Bu amaçla Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından geliştirilen “Yarımada Kalkan Gücü”, 40’ı aşkın Müslüman devletin katılımıyla oluşturulan “İslam Ordusu” girişimi ve Arap Birliği’ne üye ülkelerin oluşturmaya çalıştığı “Birleşik Arap Ordusu” girişimi, bölgesel güvenlikte oluşan boşlukların bölgedeki önemli aktörler tarafından doldurulmasına yönelik en önemli girişimler oldu.

Arap Kalkanı-1 tatbikatı, Arap Birliği çatısı altına oluşturulmaya çalışılan ve “Arap NATO’su” olarak da adlandırılan “Birleşik Arap Gücü” nün ilk askeri deneyimini teşkil ediyor. 2016 yılının Şubat ayında “Kuzeyin Gök Gürültüsü” ismiyle Suudi Arabistan’da düzenlenen tatbikat ise “İslam Ordusu” girişiminin düzenlediği ilk tatbikat oldu. Hem yukarıda saylan üç girişim hem de düzenlenen tatbikatlar, bölgesel düzlemde güvenliği sağlamak için bölgesel aktörlerin istekli tutumunun birer işaretiydi. Ancak oluşturulmaya çalışılan bölgesel güvenlik ağlarının işlevselliğini sınırlayan birtakım hususlar, bu girişimlerin bölgesel güvenliğe dair gelecekte katkıda bulunmalarını imkansız kılıyor. Bu hususların başında, ittifak üyeleri arasında var olan çıkar farklılıkları ve ittifaka katılan ülkelerin askeri kapasiteye dair yaşadıkları sıkıntılar geliyor.

Öncelikle, bölgede oluşturtulmaya çalışılan her üç güvenlik ağına da Suudilerin liderlik ettiği ve finansman sağladığı görülüyor. Suudi Arabistan’ın -güçlü ekonomisine rağmen- zayıf askeri kapasitesi, böyle bir ittifaka liderlik etmesinin önündeki en önemli engel. Ülkenin yaşadığı askeri kapasite zafiyetinin en önemli göstergesi ise üç yılı aşkındır devam eden Yemen müdahalesinde kayda değer bir başarının sağlanamamış olması. Oluşturulmaya çalışılan her üç ittifakın (Pakistan ve Mısır dışındaki) diğer üyelerinin de benzer askeri kapasite zayıflıkları taşıması, ittifakın caydırıcılığını sınırlandırıyor.

İkinci olarak, kurulmaya çalışılan güvenlik ağlarına ve bölgesel askeri ittifaklara katılan üyelerin her birinin yaşadığı çıkar farklılıkları, uzun süreli askeri ittifakları sınırlıyor. Sırasıyla gidecek olursak, Suudi Arabistan’ın inisiyatifi ve KİK üyelerinin katılımıyla kurulan Yarımada Kalkan Gücü’ne katılan her bir üyenin farklı bir güvenlik vizyonu var. Örneğin Umman ve Katar katılımcı olmalarına rağmen İran konusunda Suudi Arabistan ile benzer endişeleri taşımıyorlar. Yine Katar, Müslüman Kardeşler konusunda Suudi Arabistan’ın tam tersi bir politika takip ediyor. Genel olarak tüm küçük Körfez şeyhlikleri, uzun vadede Körfez bölgesinde Suudi Arabistan’ın kendi otonomilerini zayıflatma girişimini, İran’dan daha ciddi bir tehdit olarak görüyorlar. Tüm bunların yanında, katılımcı tüm ülkelerin zayıf askeri kabiliyetleri, Yarımada Kalkan Gücü’nü caydırıcılıktan uzak kılıyor.

- Farklı tehdit algıları iş birliğini imkansız kılıyor

Diğer tüm ittifaklardan daha geniş bir zemini olan “İslam Ordusu” girişimi de beklentileri karşılamaktan uzak. Örneğin Malezya ittifak fikrini desteklese de askeri katılımı reddediyor. Benzer şekilde Pakistan’ın da (ittifakın başkomutanı Pakistan ordusundan bir general olsa bile) askeri katılımı belirsizliğini koruyor. Pakistan’ın İran karşıtı bir koalisyona katılmasına engel olan en önemli husus ise İran’la var olan ilişkileri. İran Pakistan için önemli bir ekonomik ortak ve ülkenin enerji ihtiyacının önemli bir kısmı İran’dan sağlanıyor. Ülkede yaşayan Şii nüfus (yaklaşık yüzde 20) Pakistan’da kırılgan bir mezhep dengesine neden oluyor. Bu yüzden, Suudi Arabistan nasıl Pakistan’ın Keşmir ve Hindistan konusundaki endişelerini paylaşmıyorsa, Pakistan da İran karşısında S. Arabistan’ın hassasiyetlerini paylaşmıyor. Yine Pakistan’da, özellikle yönetim kademesinde önemli bir ağrılığı olan Cemaat-i İslami’nin Müslüman Kardeşler ile oldukça yakın ilişkileri bulunuyor. Pakistan yönetimi Suudi Arabistan ile yakınlaşarak Müslüman Kardeşler karşıtı bir kampanyada yer alması halinde ülke içinde ciddi sorunlarla karşı karşıya kalabilir. İttifaka katılan devletlerin çoğunun zayıf askeri kapasiteye sahip yoksul devletler olması, "Riyalpolitiği", Suudi petro-dolarları ile askeri destek satın alma konusunu gündeme getiriyor.

Arap Birliği ülkelerinin oluşturmayı planladıkları “Birleşik Arap Gücü” de katılımcıların farklı güvenlik perspektiflerinden ötürü fantastik bir girişim olarak görünüyor. Örneğin Mısır’ın Yemen’den algıladığı tehdit Suudi Arabistan’dan oldukça farklı. Mısır Yemen sorununu Kızıldeniz ve Süveyş geçiş güvenliği açısından görüyor, Arap Gücü’nü daha çok Libya iç savaşında ve yükselen Müslüman Kardeşler karşısında bir ağrılık noktası olarak düşünüyor. Aynı şekilde Mısır’ın İran’dan algıladığı tehditle -her ne kadar Mısır Cumhurbaşkanı Sisi “Körfez güvenliği Mısır güvenliğinin ayrılmaz bir parçasıdır” dese de- Suudi Arabistan’ın algıladığı tehdit arasında büyük bir uçurum var.

Devletlerin ortak bir güvenlik, savunma ve tehdit vizyonuna sahip olması ve devletler arasındaki karşılıklı güven duygusu, güvenliğe dair iş birliğinin asgari şartlarıdır. Müttefikinin kendi güvenliğini tehdit edeceği fikri, güvenlik alanında iş birliğini imkansız kılar. Eğer devletlerin tehdit değerlendirmesi ve güvenlik vizyonları arasında büyük farklar varsa, bu tür güvenlik işbirlikleri uzun süre yaşayamaz. Arap Baharı sürecinde Suudi Arabistan’ın liderlik ederek oluşturmaya çalıştığı ittifaklar ve bölgesel güvenlik ağları, büyük oranda güvenliğe dair bu asgari şartları sağlamıyor. Bu durum, ittifakların uzun süreli olmasını ve kendilerinden beklenen faydaları sağlamasını zorlaştırıyor. Oluşturulmaya çalışılan tüm ittifakların ortak noktasını, Suudi parası ile Mısır ve Pakistan gibi güçlü askeri kapasiteye sahip ülkeler arasında statükocu bir askeri blok kurarak Levant, Körfez ve Kızıldeniz bölgelerinde artan İran etkisini sınırlama fikri teşkil ediyor. Arap Kalkanı-1 tatbikatı da bölgesel aktörlerin askeri güçleri arasında sınırlı bir işbirliği sağlama açısından işe yarasa da, hedeflenen uzun süreli bir askeri ittifak mümkün görünmüyor.

[Doktorasını YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişikler bölümünde “Suudi Arabistan’ın Güvenlik Algısı ve Dış Politikasının Değişimi” hakkında yazdığı tezle tamamlayan Dr. Necmettin Acar Ortadoğu’da bölgesel güvenlik ve dış politika konularında çalışmaktadır]

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :