ANALİZ - Avrupa’nın büyük imtihanı: Demokrasi mi, pragmatizm mi?

ANALİZ - Avrupa’nın büyük imtihanı: Demokrasi mi, pragmatizm mi?

II. Dünya Savaşı’ndan sonra kendi küllerinden yeniden doğan, demokrasiyi ve demokratik değerleri kendisine düstur edinen Avrupa Birliği, bu değerlerle bağdaşmayan pragmatist reel politik bir anlayışı benimseyen ve artık varlığı dahi tartışılır hale gelmiş

ANKARA (AA) - UĞUR ÇİL - 1951 yılında Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan Paris anlaşması ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği temelleri üzerine inşa edilen Avrupa Birliği, günümüzde hem ekonomik, siyasi ve sosyal alanlardaki öncü ve örnek rolü ile hem de demokrasi anlayışı, insan hak ve özgürlükleri alanındaki özgün yapısıyla tam bir ‘sui generis’ yani kendine has ve benzeri olmayan bir birlik olarak önümüze çıkmaktadır. Bu bağlamda Avrupa Birliği’ni, II. Dünya Savaşı sonrasında siyasi, ekonomik ve askeri anlamda oldukça zayıflamış ve parçalanmış durumdan olan Avrupa’nın, kendisini demokratik değerler üzerinden yeniden tanımladığı ve yapılandırdığı bir süreç olarak görmek yanlış olmaz.

En son 2013 yılında Hırvatistan’ın da katılmasıyla 28 üye ülke sayısına ulaşan Avrupa Birliği günümüzde devasa bir ekonomik ve siyasi birliğe dönüşmüş, aynı zamanda demokrasiye ve demokratik değerlere verdiği değer ve önem ile küresel sistemin demokratikleşmesinde de öncü bir rol oynamıştır. Ama özellikle son on sene içerisinde yaşanan küresel ekonomik krizler ve bu krizlerin Avrupa Birliği üyesi olan ülkelere, dolayısıyla birliğin geneline yansıyan olumsuz etkileri ve dünya ekonomisinden giderek daha çok pay almaya başlayan bölgesel aktörlerin yükselişi göz önünde bulundurulduğunda, içinde bulunduğumuz dönemin, Avrupa Birliği’nin kuruluşundan beri karşı karşıya kaldığı en zor dönemlerden birisi olduğu söylenebilir.

Avrupa Birliği’nin dünya çapındaki güçlü ekonomik konumunun zayıflaması, birlik içerisinde başta Yunanistan olmak üzere İspanya, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerin ekonomilerini oldukça olumsuz etkilemiş ve “Avrupa Birliği” idealini Avrupa içerisinde dahi tartışılır hale getirmiştir. Bu bağlamda asıl dikkat çeken nokta ise Avrupa Birliği’nin temel itici gücü olan ekonomiyi korumak, ayakta tutmak ve yeniden eski konumuna kavuşturmak için, kendisini tanımladığı ve savunuculuğunu üstlendiği demokratik değerleri terk etmek seçeneğiyle karşı karşıya kalması ve bu ikilem içerisinde demokratik değerlerden uzaklaşarak antidemokratik ve pragmatizm temelli bir siyasi anlayışı benimsemesidir.

Avrupa Birliği özellikle “Arap Baharı” sürecinde, Orta Doğu halklarının demokratik taleplerini neredeyse görmezden gelerek kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını ön planda tutan pragmatist bir duruş sergilemiştir. Avrupa Birliği’nin benimsediği bu antidemokratik ve pragmatist duruşun en yalın örneği, şüphesiz 3 Temmuz 2013’te Mısır’da askeri darbe yaparak demokratik yollarla seçilmiş Muhammed Mursi başkanlığındaki meşru hükümeti deviren Abdülfettah El Sisi’ye verilen destektir. Bu süreçte Avrupa Birliği, Mısır’da yapılan darbeyi, Muhammed Mursi idaresinde ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal bir kaosa sürüklendiği iddiası ile meşrulaştırmaya çalışmış olsa da, bu konuda kendi vatandaşlarını dahi ikna etmekte başarılı olmamış ve savunuculuğunu yaptığı değerlerle kesinlikle bağdaşmayan antidemokratik ve pragmatist duruşu sebebiyle yoğun bir şekilde eleştirilmiştir.

Aynı şekilde 2011 yılı Mart ayından beri devam etmekte olan Suriye iç savaşında da, Avrupa Birliği oldukça bir pasif konumda kalarak dünya çapında savunuculuğunu üstlendiği demokratik değerler, insan hak ve özgürlükleri gibi değerlerle tamamen zıt bir duruş sergilemiştir. Hatta Suriye’de yaşanan iç savaşın Avrupa Birliği içerisinde “mülteci meselesi” başlığına indirgenmesi ve sistematik olarak topluma bu şekilde aktarılması, Avrupa’nın kendine ait gördüğü demokratik değerler ile pragmatizm arasında kalmışlığının açık bir örneği olarak görülebilir.

Avrupa’nın demokrasi ve pragmatizm arasında kalmışlığını, 31 Temmuz 1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusu ile başlayan ve hala Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreciyle devam etmekte olan Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri incelendiğinde de gözlemlemek mümkündür. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde bir çok defa Avrupa Birliği müktesebatına zıt antidemokratik uygulamalara maruz kaldığı da bilinen gerçekler arasındadır. Yine de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri 1959’dan günümüze kadar belirli bir istikrar ile devam eden ve iki tarafın da birbirinden istifade ettiği siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal temeller üzerine inşa edilmiş bir müttefiklik anlayışı olarak özetlenebilir.

Ama 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye’de gerçekleşen ve 240’tan fazla insanın ölümü ve 1500’den fazla insanın ise yaralanmasıyla son bulan ve Türkiye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirerek yönetime gayri meşru ve antidemokratik yollarla el koymayı amaçlayan darbe girişimine Avrupa Birliği’nin ilk saatlerde neredeyse hiç tepki vermemesi, hatta Avrupa Birliği ülkelerinin resmi haber ajanslarının dolaylı olarak darbeye destek olma ve meşru gösterme çabaları, darbe denemesinin başarısız olmasıyla Avrupalı siyasilerin Türkiye’ye destek olmak yerine, “Türkiye giderek otoriterleşiyor” retoriği üzerinden siyasi baskı altına almayı hedefleyen tutumları, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde daha önce eşi benzeri rastlanmamış türde bir antidemokratik ve pragmatist duruşun şimdiden sembolü haline geldi. Avrupa’nın sahip olduğu demokrasi anlayışı içerisinde, “teorik olarak” hiçbir şart altında meşru görülmeyen ve her şartta ağır bir dille eleştirilen askeri darbelerin, yine Avrupa tarafından özellikle Mısır ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi eleştirilememesi, Avrupa’nın demokrasi anlayışı ve sahip olduğu demokratik değerler üzerinden açıklanamayacak bir durum niteliğindedir.

Aslında Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı kendini tanımladığı demokratik değerlerle ters düşen bu duruşu yeni değildir ve Türkiye’nin özellikle son 10 yılda gösterdiği siyasi, ekonomik ve askeri gelişmelere paralel olarak yükselen bölgesel rolüyle doğru orantılı olarak belirgin bir hale gelmiştir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin siyasi, ekonomik ve askeri anlamda müttefiki olan Türkiye’yi, bir partnerden ziyade, özellikle Türkiye’nin nüfuzunun arttığı Balkanlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde bir rakip olarak gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu açıdan bakıldığından Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı duruşunda ve Türkiye politikalarında gözlemlenen demokratik temellerden ve değerlerden uzak pragmatist reel politik anlayışı daha da belirginleşmektedir. Bu pragmatist reel politik anlayışının temelinde ise Türkiye’yi siyasi ve ekonomik anlamda kontrol altına alarak, Avrupa Birliği’nin siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarıyla örtüşen bir düzlemde tutmak yatmaktadır. Bu tespitler göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa Birliği’nin, uzun zamandır kendi çıkarlarıyla örtüşmeyen politikalar benimseyen Türkiye’yi ve Türkiye’deki siyasi iradeyi son bir kaç yıldır özellikle demokrasi karşıtlığı, otoriterlik, insan hak ve hürriyetlerinin kısıtlanması, düşünce ve basın özgürlüğü gibi konular üzerinden eleştirerek baskı altına alma çabaları da mana kazanmaktadır.

Bu bağlamda, darbe girişimi esnasındaki pasif ve sonrasındaki tersine eleştirel tutumu, Avrupa Birliği’nin bu darbe girişimini Türkiye’yi yeniden kendi siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarıyla örtüşen bir düzleme getirmek için bir fırsat olarak gördüğü şeklinde yorumlanabilir. Aynı Mısır örneğinde olduğu gibi, Avrupa Birliği Türkiye’deki darbe girişiminde de, demokrasinin temelini oluşturan, halk tarafından seçilmiş meşru siyasi irade yerine kendi siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlarını ön planda tutan bir tutum takınarak, savunuculuğu yaptığı değerlerle bir kez daha tamamen zıt bir duruş sergilemiş ve artık kronikleşme belirtileri gösteren antidemokratik ve pragmatist reel politik anlayışını bir kez daha göstermiştir.

Avrupa Birliği’nin başarısız olan darbe girişimine karşı takındığı bu ikircikli tutum, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğini de şüphesiz derinden etkileyecektir. Ayrıca Türkiye’nin sahip olduğu, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı olan samimiyetine ve müttefiklik anlayışına yönelik şüpheler ise önümüzdeki dönemde haklı olarak artacaktır.

Özetle II. Dünya Savaşı’ndan sonra kendi küllerinden yeniden doğan, demokrasiyi ve demokratik değerleri kendisine düstur edinen Avrupa Birliği yerini giderek, küresel dengelerin değişmesi ve özellikle 1990’dan itibaren zayıflayan, son on yılda yaşanan büyük krizler sonucunda ise istikrarsızlaşan ekonomisini ayakta tutmak için, kendisini tanımladığı demokrasi, insan hak ve hürriyetleri anlayışından uzaklaşarak pragmatizmin etkisine giren, bu şekilde demokratik değerlerle bağdaşmayan pragmatist reel politik bir anlayışı benimseyen ve artık varlığı dahi tartışılır hale gelmiş olan bir Avrupa Birliği’ne bırakmaktadır. Bu çok boyutlu durum, Avrupa Birliği içerisinde oluşan siyasi bir trend olarak değil, Avrupa toplumlarını da giderek etkisi altına alarak aşırı sağcı ve popülist siyasi hareketlerin oluşmasına sebep olan ve Avrupa Birliği’ni kendini tanımladığı demokratik değerler üzerinden imtihan eden toplumsal bir transformasyon süreci olarak görülebilir.

AA

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :