ABD-İran krizindeki üç kritik soru: Hangi İran? Nasıl bir İran? Kimin İran’ı?

ABD-İran krizindeki üç kritik soru: Hangi İran? Nasıl bir İran? Kimin İran’ı?

ABD ile çıkarlar bazlı “kazan-kazan” prensibine dayalı örtülü işbirliğinin İran’ı bölgesel bir güce dönüştürdüğü ortada. Fakat, görünen o ki, yaşanan konjonktür farklı işbirliklerini ve tercihleri gündeme taşımaya başlamış bulunuyor.

İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’nin 3 Ocak’ta öldürülmesiyle başlayan, 8 Ocak’ta ABD’nin Irak’taki iki askeri üssünün İran tarafından vurulmasıyla zirve yapan krizde henüz korkulan olmadı. Zayıf bir ihtimal de olsa “3. Dünya Savaşı” ya da “Kıyamet Savaşı” senaryolarının bir kez daha gündeme geldiği bu kriz, her iki tarafın kontrollü adımları ve sağduyulu yaklaşımıyla sıcaklığını kaybetmeye başlamış durumda. Diğer taraftan, her ne kadar krizde tansiyon düşmüş olsa da, her an yeniden patlayabilir. Zira gerginlik devam ediyor, atlatılan ya da ertelenen husus bir ABD-İran savaşı ile ortaya çıkabilecek bir bölgesel savaş ya da dünya savaşı.

Her ne kadar krizde tansiyon düşmüş olsa da, her an yeniden patlayabilir. Zira gerginlik devam ediyor, şimdilik atlatılan ya da ertelenen husus bir ABD-İran savaşı ile ortaya çıkabilecek bir bölgesel savaş ya da dünya savaşı.

Nitekim İran ve Irak’ta tekrar baş gösteren, doğrudan doğruya Dini lider Hamaney’le birlikte DMO’yu, yani rejimin bizzat kendisini hedef alan protesto gösterileri ve ABD Başkanı Donald Trump’a (delilik ve akıl/ruh sağlığındaki bozukluklar bağlamında) yöneltilen eleştirilerin dozundaki artışlarla birlikte her iki ülkenin ve (Irak devleti ve halkı gibi) üçüncü tarafların talepleri, aslında bu krizi ortaya çıkaran nedenlerin ve dinamiklerin halen yerinde durduğunu gösteriyor.

İran’ın “Büyük Şeytan/ABD” ve “Küçük Şeytan/İsrail” ile mücadelesi bu iki ülkenin önünü kesemediği gibi, bölgeyi daha da zayıflatıyor ve fay hatlarını kırılgan hale getiriyor. Buna karşılık, ABD-İsrail ikilisi bölgede daha da güçleniyor.

Dolayısıyla bu tür gerginliklerin söz konusu rejimlere/yönetimlere en fazla “üç günlük” bir rahatlama, nefes alma ortamı sağlayabileceği artık anlaşılmış durumda. Daha da ötesi, özellikle İran bağlamında yaşananlar, kriz içinde kriz durumu olarak da nitelendirilebilir. Zira İran, düşürülen Ukrayna yolcu uçağıyla hem içeride hem de dışarıda sıkıntılı bir sürece girmiş durumda. Dolayısıyla cadı kazanı içten içe kayna(tıl)maya devam ediyor.

Peki, bundan sonra İran ve yakın çevresinden başlamak üzere, bölge ve tüm dünya nasıl bir krizle karşı karşıya kalabilir? Süreç nasıl bir gelişmeye işaret ediyor?

Kuru sıkı meydan okumalar ve orantısız misilleme…

İran iç siyasetini ve onun uluslararası bazdaki yerini ciddi anlamda etkileme potansiyeli taşıyan bu gelişmeler, rejimi ve onun belkemiğini oluşturan DMO’yu yoğun bir baskı ile karşı karşıya getirmiş durumda. Halk, Süleymani suikastı sonrasında savrulan kuru sıkı tehditler ve meydan okumaların ve sergilenen orantısız misillemenin yüzünden rejime karşı bir güven kaybı içinde. Rejimi çok ciddi anlamda sorguluyor ve eleştiriyor.

Düşürülen uçakta ölenler için düzenlenen anma töreninin rejim karşıtı bir gösteriye dönüşmesi ve birçok şehre yayılması, bu hayal kırıklığının ve güven sorununun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Göstericilerin “Devrim Muhafızları utan, ülkeyi rahat bırak”, “diktatöre ölüm”, “Süleymani katildir, Rehberi (Hamaney) de haindir” türünden attığı pek çok slogan, asıl hedefi ve krizin bundan sonraki odak noktasını göstermesi açısından dikkat çekici.

Dolayısıyla İran, siyaseten ve toplumsal olarak hızlı bir kutuplaşma ve bölünmenin içine girdiğinin güçlü sinyallerini veriyor. 2011’den bu yana ev hapsinde tutulan muhalif siyasetçi Mehdi Kerrubi’nin Hamaney’e yazdığı mektup, rejim içinde ya da İran iç dinamikleri arasında bir çatışmanın olasılık olmaktan her geçen gün çıktığını ortaya koyması açısından önemli. Zira 81 yaşındaki Kerrubi, yaşanan gelişmelerden Hamaney’i sorumlu tutuyor ve uçak hadisesinin onun dönemindeki ilk “rezillik” olmadığını, kriz yönetiminde başarısız olduğunu ifade ediyor. Daha da ötesi, seri cinayetlerin onun liderliğinde gerçekleştiğini iddia ediyor.

Bundan ötürü rejimin işi düne göre çok daha zor. Bu noktada İran’ın ABD ile yeni bir kriz başlatması ne kadar akılcı olur, açıkçası tartışmalı. Zira halk, ABD ile gerçekten bir mücadele içinde olduklarına yönelik bir endişe taşımaya başlamış durumda. Sosyal medyada paylaşılan görüntüler bu açıdan dikkat çekici. Özellikle de ABD ve İsrail bayrakları üzerinden geçmeyi reddeden protestocular boyutuyla. Bu endişe sadece İran içinde değil, bölgede İran’la hareket edenlerce de yüksek sesle dillendirilmeye başlanmış durumda.

Açıkçası İran’da ABD ile yaşanan kriz ve kavga konusunda kafalar fazlasıyla karışık…

ABD-İran arasındaki şey “kayıkçı kavgası” mı?

Kuşkusuz bu soruya net bir cevap verebilmek mümkün değil, zira 1979 Devrimi’nden bu yana ABD-İran arasında inişli-çıkışlı krizlere şahit olan dünya, kendisine dayatılan senaryoların çok farklı sonuçlarıyla yüzleşmiş durumda. Bu da, haliyle başta bölge ülkeleri olmak üzere, uluslararası kamuoyunda her iki ülkenin “korkak tavuk oyununu” oynadığı ama oyunun sonunda hep kazandığı bir “kayıkçı kavgası” algısının oluşumuna yol açmış bulunuyor.

Söz konusu algı ve bu noktada yapılan eleştiriler, elbette sadece ABD ile sınırlı değil. Benzer bir husus İran-İsrail krizlerinde de kendisini gösteriyor. Zira İran’ın nükleer faaliyetlerinden dolayı İsrail de 1990’ların başından bu yana neredeyse her gün İran’ı vuracağını söylüyor, fakat her ne hikmetse günün sonunda tüm bölge kaybederken sadece bu iki ülke devamlı surette kazanıyor. Vurulan sadece “vekil aktörler” ya da taraflarca adı konulmamış “gerçek hedefler” oluyor.

Dolayısıyla İran’ın “Büyük Şeytan/ABD” ve “Küçük Şeytan/İsrail” ile mücadelesi bu iki ülkenin önünü kesemediği gibi, sadece bölgeyi daha da zayıflatıyor ve fay hatlarını kırılgan hale getiriyor. Buna karşılık, ABD-İsrail ikilisi bölgede daha da güçleniyor. Silah lobilerinden petrol kartellerine, sermayenin sürekli daha kazançlı çıktığı bu ortamda İsrail, (Körfez örneğinde görüldüğü üzere) çevresindeki tehditleri bir diğer tehdit üzerinden bertaraf ederken ya da kendisiyle işbirliğine mahkûm kılarken; ABD, bölgedeki askeri varlığını daha da arttırıyor ve kendisine bağımlı kılıyor. Diğer taraftan da İran’a alan açarak onu bölgesel bir tehdit ve hedefe dönüştürüyor.

Trump’ın “müzakere” vurgusu “kazan-kazana” devam çağrısı mı?

İran’a açılan alanın, Sünnilik-Şiilik zemininde mezhep ihtilafını ve bu bağlamda İslam dünyasındaki bölünmüşlüğü, (“Arap-Fars”, “Arap-Kürt”, “Arap-Fars-Kürt” gibi) etnik çatışmaları daha da genişlettiği-derinleştirdiği ve Irak örneğinde görüldüğü üzere ülkelerin bölünmesini hızlandırdığı tespiti birçok kesim tarafından yapılıyor. El Kaide ve Taliban sonrasında DEAŞ üzerinden oynanan oyunun bölgede İran’ın nüfuz alanını genişletmesi bu açıdan bir tesadüf olmasa gerek. İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki varlığına, bunun Tahran açısından sağladığı meşruiyet zeminine ve bu kapsamda yapılan değerlendirmelere bakıldığında durum daha da netlik kazanıyor.

Trump’ın “İran hiç savaş kazanmadı, ama asla bir müzakereyi kaybetmedi” sözü, kuvvetle muhtemel bu gerçeği de yansıtıyor. İran’ın eski cumhurbaşkanlarından Ahmedinejad’ın “ABD’nin 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak işgallerinde bu ülkeye yardım ettik” itirafı bu açıdan çok önemli. Nitekim rejime yönelik eleştirilerde “Direnç Cephesinin” temel hedefinin İran’a yönelik ABD saldırısını sınırları dışında tutmak olmadığı, ABD’nin bölgede yürüttüğü emperyal politikanın gerekçe gösterilmek suretiyle İran’ın kendi nüfuz alanını genişletmeye çalıştığı hususu ön plana çıkartılıyor. Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından onun aslında bir Fars milliyetçisi olduğuna yönelik iddialar ve İran’ın “Pers İmparatorluğunu” yeniden inşa peşinde olduğuna yönelik endişelerin altında da bu husus yatıyor.

Bu kapsamda tarihsel İran pragmatizmine vurgu yapılıyor ve ABD kadar İran’a da “ülkemi terk” et deniliyor. Irak halkının sokaklarda hem ABD’ye hem de İran’a karşı kullandığı temel slogan bu. Zira bugün Irak’ta “iki buçuk devlet” yapılanmasında “buçuk” Irak halkını yansıtırken, diğer ikisi ABD ve İran paralel devlet yapılanmalarına işaret ediyor.

İran’ın “kurtarıcı” olarak girdiği ülkelerde paralel devlet/yönetim inşa süreçleri elbette dikkatlerden kaçmıyor. Nitekim Suriye’de İran’a karşı değişen tutumun temelinde “Irak Modelinin” kendi ülkelerinde de adım adım uygulanacağı endişesi yatıyor. İkinci bir Irak olmak istemeyen Suriye, bundan ötürü olsa gerek Rusya’yı daha güvenilir bir ortak olarak görüyor. Son dönem Türkiye-Suriye hattındaki hareketlenmede de muhtemelen bu yerinde endişe önemli bir paya sahip. Önümüzdeki dönemde Türkiye yeni Suriye inşa sürecinde “dengeleyici” bir aktör olarak Şam nezdinde makbul bir devlete dönüşürse, hiç kimse şaşırmasın.

İran şartları ve şansını fazla zorluyor…

ABD ile çıkarlar bazlı “kazan-kazan” prensibine dayalı örtülü işbirliğinin İran’ı bölgesel bir güce dönüştürdüğü ortada. Fakat, görünen o ki, yaşanan konjonktür farklı işbirliklerini ve tercihleri gündeme taşımaya başlamış bulunuyor. Yani, İran da Soğuk Savaş sonrası değişen şartlara ve ortaya çıkan gerçekliğe uygun olarak sahip olduğu jeopolitik ve stratejik avantajdan hareketle daha fazlasını istiyor. Bu bağlamda uluslararası sistemdeki belirsizliği, zemin kayganlığını ve kaypak ilişkileri bir fırsata çevirmeye çalışıyor. Nükleer silah edinme ısrarı da bunun bir sonucu. Haliyle, şartları ve şansını fazlasıyla zorluyor.

ABD-İran arasında yaşanan sıkıntının temelinde de bu husus yatıyor.

Daha somut bir örnekle izah etmek gerekirse, İran kendisine tanınan manevra alanını içinde bulunduğu “hedefler-strateji-araçlar” ahenksizliğine rağmen daha da genişletme peşinde görünüyor. Bu da ABD’nin emperyal politikaları ile İran’ın “Pers İmparatorluğu” hedefinin kaçınılmaz bir şekilde çatışmasına yol açıyor. Cephe ülkesi olarak da karşımıza Irak çıkıyor. Son dönemde Irak’ta ABD varlığına ve hedeflerine yönelik saldırılar Washington açısından bu şekilde okunuyor. Kasım Süleymani ile Irak’taki ABD varlığına yönelik mevcut/olası terör saldırıları arasında ısrarla kurulmaya çalışılan bağın altında da bu yatıyor. ABD’nin gerçekleştirdiği suikast, bu bağlamda İran’a güçlü bir gözdağı olduğu kadar, aynı zamanda bir ihtar olması açısından da kayda değer.

Nitekim ABD’nin Süleymani suikastının 27 Aralık’ta Kerkük’te gerçekleştirilen ve bir askeri müteahhidin ölümüyle neticelenen saldırının intikamı ve Bağdat’taki Büyükelçiliğe yönelik saldırı girişimlerine bir cevap olarak nitelendirilmesi bu açıdan önemli. ABD, Süleymani üzerinden kırmızı çizgisini hatırlatıyor ve İran’ın ısrar etmesi durumunda savaşı bu ülke sınırları içine taşımaktan çekinmeyeceği mesajını veriyor. Trump’ın “ilk etapta 52 hedefi vururuz” açıklaması ve “Son 15 yılda İran Irak üzerinde gitgide daha fazla kontrol elde etti ve Irak halkı bundan mutlu değil. Bunun sonu kesinlikle iyi olmayacak!” çıkışı bu açıdan kayda değer.

Diğer taraftan İran’ın ABD’nin Irak’ı terk etme konusundaki ısrarının devam ettiği de görülüyor. Irak Parlamentosu ve içerideki birtakım gruplar (buna vekil örgütler de dahil) üzerinden ısrarı ve Amerikan üslerine yönelik saldırılar devam ederse, ABD istediği fırsatı ve meşruiyeti büyük ölçüde yakalamış olacaktır.

Bu arada, İran’ın ABD’nin başta Irak olmak üzere bölgeyi terk etmesini isterken Rusya-Çin ikilisinin desteğini arkasına alması, Trump’ı NATO’yu bölgeye daha etkin bir şekilde davet etmesine yol açmış görünüyor. Bu da krizin daha küresel bir boyuta erişebileceğiyle ilgili önemli bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor. Bundan ötürü ABD’nin Irak’taki varlığı konusunda yaşanacak gelişmeler, krizin seyrini önemli ölçüde belirleyeceğe benziyor.

İran’a “eksen ayarı” ihtarı mı?

27-31 Aralık 2019 tarihleri arasında İran, Çin ve Rusya tarafından Hint Okyanusu ile Umman Körfezi’nde gerçekleştirilen ortak deniz tatbikatını da burada göz ardı etmemek gerekiyor. Zira Süleymani suikastı, ABD’nin su yolları ve enerji güzergâhları güvenliği bağlamında Kızıldeniz’den Hint Okyanusu’na hatta Malaka Boğazı’na kadarki varlığını, çıkarlarını tehdit etme potansiyeli taşıyan “denizdeki yeni güç üçgeni” oluşumuna ve “Kuşak ve Yol’a” (Çin İpekyolu) bir cevap olarak da karşımıza çıkıyor.

İran’ın “Akdeniz Koridoru Projesinin” ve “Kuşak ve Yol’un” önemli bir sacayağını oluşturan, Tahran’dan başlayıp Bağdat ve Şam’dan geçerek Beyrut’a ulaşan karayolunun açılışını gerçekleştiren Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, bu boyutuyla da sembolik bir mesaj içeriyor.

Rejimin önündeki zor tercih…

Bundan ötürü İran’ın, yeni konjonktürel duruma uygun nasıl bir cevap vereceği, krizin geleceği açısından oldukça önemli. Zira Trump da adımını buna göre atacak. Bu kapsamda Trump’ın “İran’da rejim değişikliği peşinde değiliz, Ancak İran rejiminin bölgedeki vekâlet savaşları derhal sona ermelidir” açıklaması ve açık ara dünyanın en güçlü ve donanımlı ordusuna sahip olduğu çıkışı önemli. Trump bu ifadesiyle, küresel güç mücadelesinde İran’ın üstlendiği vekil güç statüsüne ve bu bağlamda bölgede yürüttüğü savaşlara dikkatleri çekerek “tercihini doğru yap” diyor.

Öyle görünüyor ki İran bu mesajı aldı. Fakat İran’ın artık eskisi gibi “kayıkçı oyununu” devam ettirebilme lüksü yok. Zira Rusya ve Çin’le son dönemde geliştirdiği ikili ilişkiler, manevra alanını fazlasıyla daraltmış vaziyette. Dolayısıyla kavganın boyutu ve geleceği büyük ölçüde şu üç soruya verilecek cevapta saklı: Hangi İran? Nasıl bir İran? Kimin İran’ı?

[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol  aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :